Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Alim Aydoğan


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
01.Alaman Tosunun Kesilmesi - 03 Kasım 2011
02.İki Teker Peynir - 04 Kasım 2011
03.Konuşma Sana Yüz Yira - 07 Kasım 2011
04.Tef de Bu Teyf - 07 Kasım 2011
05.Ceviz Sayma -08 Kasım 2011
06.Eşim Fadik'le Nasıl Tanıştım? -13 Kasım 2011
07.Bir Dana Yüzünden -13 Kasım 2011
08.Göle Taş Atma - 14 Kasım 2011
09.Balogilden Kız Almak - 14 Kasım 2011
10.Kışın Köyde Düğün Bir Başkadır - 16 Kasım 2011
11.Bir Kendine Bak,Bir de Aldığın Kıza - 19 Kasım 2011
12.Küptücü - 19 Kasım 2011
13.Tavuklar Ölmüş Oğlum - 22 Kasım 2011
14.Tavuk Hırsızlığı - 24 Kasım 2011
15.Yemek Yeme Sırası - 27 Kasım 2011
16.Kamil Onbaşı - 17 Aralık 2011
17.Beni Tanıdın mı? - 17 Aralık 2011
18.Darı Beklemek - 21 Aralık 2011
19.Azık Şişeleri Yıllarında Taş Yuvarlamak-25 Aralık 2011
20.Gazocağı Yıllarında Çay Demlemek - 30 Aralık 2011
21.Sarısakal'la Mezire'de Ne Yaşadım? - 03 Ocak 2012
22.Kân'da Odun Hırsızlığı - 05 Ocak 2012
23.İlkokul Çantamız Nedendi? - 08 Ocak 2012
24.Ekmek Teze Et Teze, Ye Mürteze Mürteze - 12 Ocak 2012
25.Burgababa Şenliklerinin Yapıldığı Yerle İlgili Bir Değerlendirme -13 Ocak 2012
26.Bit İlacı - 18 Ocak 2012
27.Dabak - 23 Ocak 2012
28.Kozalak Keşiği Günü Yaşadıklarım - 25 Ocak 2012
29.Esme Hala ile Bilal Amca - 29 Ocak 2012
30.Çaşır - 02 Şubat 2012
31.Kışın Köye Gitme, Cenaze ve Mezarlık Konusu - 23 Şubat 2012
32.Züğdün Kaçağı (Gorucu Goymi, İnek Doymi)- 25 Şubat 2012
33.Köyde Kurtlar - 27 Şubat 2012
34.Toprak Evden Bacaya Toprak Atmak - 03 Mart 2012
35.Alaf - 05 Mart 2012
36.Çerçiçileri Uyutma Yöntemi - 07 Mart 2012
37.Part ve Cıdık Aşırma - 09 Mart 2012
38.Hortlaktan Korkan Kızlar - 14 Mart 2012
39.Fırına Sokuldum, Okuldan Kaçtım - 20 Mart 2012

bizimyazarlarimiz-foto-alim-hoca.jpg

40.Kışın Karda Köye Yolculuk. - 23 Mart 2012
41. Nişanlanan Gençler - 25 Mart 2012
42.Anşa'nın Ali'sinin Mazı Yapması - 30 Mart 2012
43.Dağlarımızın Ayıları - 05 Nisan 2012
44.Fırıç - 14 Nisan 2012
45.Tarla Sulamak - 17 Nisan 2012
46.Elektrik Kırıntı'da - 23 Nisan 2012
47.Hıyarın Biri - 28 Nisan 2012
48.Hau İçine .ıçtımdan Ver De Yiyiim - 05 Mayıs 2012
49.Kırıntı Futbol Takımı - 07 Mayıs 2012
50.Geçmişte Arkadaş Şakaları - 14 Mayıs 2012
51.Komşuluk Ayarı - 20 Mayıs 2012
52.Yaylada Bir Günüm - 08 Haziran 2012
53.Turna Kuşu - 16 Aralık 2012
54.Köyümün Son Durumu 2012 - 18 Aralık 2012
55.Kaplumbağa 22 Aralık 2012
56.Kırıntılı ya da Alevi Olmanın Zorluğu - 25 Aralık 2012
57.İzzet Öztürk anısına - 26 Aralık 2012
58.Köyümüzde Kız İstemek, Evlenmek - 01 Ocak 2013
59.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/1 - "Asker'in İntikamı" - 07 Ocak 2013
60.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/2 - "Çerçicilerle Köyden Haber Almak" -08 Ocak 2013
61.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/3 - "Ben Ali Çavuş" -13 Ocak 2013
62.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/4 - "Kırgınlıklar" -16 Ocak 2013
63.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/5 - "Çavuşla Komutan" -18 Ocak 2013
64.Yazı Dizisi-FELEĞİ KAHRETMEK/6 - "Süleyman'ın Evinde" -22 Ocak 2013
65. "Bir Yitik Firto'nun Ehmet" - 27 Ocak 2013
66. "Yumurta" - 30 Ocak 2013
67."Fotun Gavuru ve Garasaaz" - 04 Şubat 2013
68. "Değirmen" - 09 Şubat 2013
69. "Gramofon" - 12 Şubat 2013
70.Gatma ve Terşi - 17 Şubat 2013
71.Ağlayan Babaanne - 23 Şubat 2013
72.Sınavlarım-1 - 06 Mart 2013
73.Sınavlarım-2 - 09 Mart 2013
74.Sınavlarım-3 - 12 Mart 2013
75.Sınavlarım-3 - 16 Mart 2013
76.Kedi, Köpekleri Kışın Kırıntı'da Yallamak - Mart 2013
77.Hortlak-1 - 28 Mart 2013
78.Hortlak-1 - 01 Nisan 2013
79.Cinler Çarpmış - 06 Nisan 2013
80.Tetenoz Ve İki Ölümcül Vaka ( Fikri Bakar Ve Mustafa Bal) - 10 Nisan 2013

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

80. Yazı – 10 Nisan 2013
TETENOZ VE İKİ ÖLÜMCÜL VAKA
( Fikri Bakar ve Mustafa Bal)

Bin dokuz yüz altmış iki yılı Şubat ayında karne tatiline Kırıntı’ya geldim. Tatilk bitince yine okuluma gittim. Yaz tatili gelince yine köyüme gittim. Günler geçti Fikri Bakar’ı göremedim. Neden yanıma gelmedi diyede bayağı gücenmiştim. Karne tatilinde de gelmemişti beni hoşlamaya. Beş on gün sonra annesi Gülbeyaz Halayı gördüm. Elini öpmek istedim, eline koymadı. Beni bayağı tersledi. Üzüldüm, kırıldım. Bir anlamda veremedim bu işe. Fikri ile can ciğer kardeştik. O benden üç yaş kadar büyüktü ama aynı yaşıtmışız gibi arkadaştık. Kafalarımız, yaşantımız birbirine çok uyumlu idi. Bana bir kaç yaş büyüklüğünü hiç hissettirmedi. Hiç kullanmaya, zor işlere sürtmeye kalkışmadı. Çaktırmadan beni koruduğunu anlıyordum. Anca beraber kanca beraberdi aramızdaki ilişkide her şeyimiz.

Eve geldim anneme Gülbeyaz Halanın tavırlarını anlattım. Fikri’nin karne tatilinde ve şimdi yaz tatilinde yanıma beni hoşlamaya gelmediğine üzüldüğümüde söyledim. Annem şaşırdı. Dizlerine vurmaya başladı:
-Olum, olum! Biz seen çoh üzülürsün diye diyemedikh! Okuldaki arkadaşlarınada tembikh ettikhi seen söylemesinler. Suç Bende!
-Ana ne oldu? Yoksa Fikri’ye bişey mi oldu?
-Olum Fikri ta güzün öldü! Demesin mi? Dünya bana zindan oldu. Neye uğradığımı analayamadım. Şimdi her şey anlaşılmıştı. Hemen ağlayarak Gülbeyaz Halanın yanına koştum. Beni yine uygun karşılamadı. Olanları yalvararak anlattım ama bana ölene kadar inanmadı. Annemi yanına götürdüm, Annem ne dediyse onada inanmadı.
-Sen helbette olunu gorisin, varın gedin başımdan! Benim derdim bana yetiii!!!dedi anneme.

Fikri güzün ben okula gittikten bir ay kadar sonra odun keseken baltayla hem elini hemde ayağını bayağı derince kesmiş. Yaralara tuzlu yağ basmışlar. Yaralar tam iyileşmeden yaralı eliyle evdeki paslı teneke sobayı tamir etmeğe kalkışır. Yara yeniden debreşir, kanar. Paslı tenekeler yaraya sıkça değer. Yarayı paslı sobanın tenekesi yeniden yaralar. Kanlar akar. Yine kocakarı yöntemleriyle tedavi ederler yarayı. Fikri Birkaç gün sonra rahatsızlanır. Köyde bilinen bitkisel merhem tedavileri yapılır. Sonuç dahada kötüye gider. Fikri’nin uykuları kaçar. Aşırı huzursuzlanır. Vücudu gerilir. İştahı kaçar. Boğazı ve çenesi kitlenir. Bir şeyler yiyemez olur. Ağzı ileriye doğru uzar. Devamlı gülüyormuş gibi bir hal alır. Ve Kasım ayı gelir. Kar yağar. Doktora gitmekten başka çareleri olmadığını anlarlar. Düşerler yolara. Erzincan’a varırlar. Hastahaneye yatırırlar. Doktorlar münasip bir dille durumu yakınlarına ve Fikriy’ye anlatırlar. Sayılı saatleri kaldığını açıkça söylerler. Hastalığın adı Tetenozdur. Kurtuluş yoktur.

Fikri’nin bir ara dili az da olsa çözülür. Anacığından zar zor duyulacak bir sesle bir istekte bulunur:
-Ana, anaaaa!! Erzurum dağları kar ile boran türküsünü söylede dinliym!!der. Anne türküyü oğlu Şükrü ile ağlayarak burunları sümüklü dudakları titreyerek istemiyerekte olsa ucundan biraz söylerler. Bir kaç dakika sonra hakka yürür Fikri. Doğumu 1943, Ölümü 1962’ dir. Adı geçen türkü bana her zaman bu acımı ta içime kadar işletir. Zaman zamanda ben bu türküyü bulur dinlerim. Ve de beni ağlatır acıklı nağmeler. Şu anda bu satırları yazarken inanın ağlıyaraktan yazıyorum.
(Devamı var...)

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 6 Nisan 2013

-----------------------------------------------

79. Yazı – 06 Nisan 2013
CİNLER ÇARPMIŞ

Kırıntı Köyünde yakışıklı ve su gibi delikanlılardan biri olan ve ON YEDİ yaşında ölen bir gencin yaşam hikayesidir bu satırlar. Anşa’nın Ali’sinin ve Sultan Halanın üçüncü oğlu Kazim Bal serpilir, yakışıklı ve yağız-babayiğit bir delikanlı olur. Yaşı on altı olur. Köyde boyu posu ve efendiliğiyle herkesin adından laf ettiği sülün gibi bir delikanlı olur. Her genç gibi kız istemeğe başlar. Esme adında bir kız istemektedir. Kız Yukarı Mahallelidir. Zaman zaman yukarı mahalleye kızı görmeye gelmektedir. Bazen geceleri gelip gitmektedir.

Bu gece geliş gidişleri çok tehlikeli ve korkutucu olmaktadır. Yanında mutlaka bir arkadaşı olmalı ki GUCUGOYN DERE’den gece gidip gelebilmeli. Bu dere çok tehlikelidir. Bu derede ZİNCİRLİ EŞŞEK bağlıdır. Halkın tamamı bu derede zincirli eşşeğin varlığını kabul etmeleri bir acı gerçektir. Gucugoyn dereden geçerken zincirli eşek şöyle etmiş, böyle etmiş diye korkutucu olaylar anlatıla anlatıla o günlere gelmiştir. Bu gün bile bu dereden çoğu kişiler geceleri tek başına geçmezler.

Bir de Yukarı PAARIN yanından aşağı akan derenin alt tarafında bu günki beton köprünün yerinde ağaçtan yapılmış derme çatma delik deşik bir köprü vardır o tarihlerde. Bin dokuz yüz seksenlere kadar bu ağaç köprü halka hizmet vermeye devam etti. Çok bakımsızdı. İnsanlar mecbur olmadıkça bu köprüden geçmezdi. Yukarı paar ve bu köprüde halkın nazarında tekin yerler değildi. Cin-peri ve DAVUN dedikleri varlıklar bu yerlede geceleri cirit atmaktadırlar. Bazıları çeşmenin oralarda geceleri cinlerin-perilerin ve daunların davul-zurnalı düğün yaptıklarını, Sultangilin kırandan gelip çeşmenin orda oynadıklarını, tek yakaladıkları insanları oyun oynamaya çağırırlarmış. Aklı başıdan giden şaşırttıkları kişileri oyuna alırlarmış. Bu oyuna giren insanları kendilerine bend ederlermiş. O kişiler de o günden sonra aklını yitirir, CİNLİ-PERİLİ olurlarmış. Bazıları ise Bismillah Bismillah diye besmele çekerlermiş. Bakarlarmış ki oyun oynayanların ayak ucları geriye, tabanlkarı ise ileriye doğru olurmuş. Bu durumu fark edenler sağ selim aklını oynatmadan, çin-peri onları çarpmadan besmele çekerek hızla uzaklaşırlarmış. Bazen de arkadan insanlara vurarak akıllarını çarparlarmış. Bu çarpılan insanlar ise iflah olmazmış. Kırk gün içinde ölürlermiş.

Ben de şahsen genç delikanlı iken buralardan geceleri tek geçtiğimde ürperirdim. Korkarak geçerdim. Uyanıklar geceleri buralardan geçenleri çok korkutmuşlar. Herkes buradan korkar olmuş.

Bizim Kazim gündüz yukarı mahalleye gelir gezer arkadaşlarıyla. İstediği kızı da çeşmeye helki ve çakakla su alamaya geldiğnde görür son defa. Birbirlerine yılımşıyarak sevgiyle bakarlar. Kız başındaki çiti çözer ve yeniden bağlar. Oğlanda kıza doğru elindeki zinciri salar. Bu hareketler birbirlerine gönüllerinin olduğunu göstermek için yapılrdı sevdalılarca.

Kazim mutludur. Gece yatsıya kadar eğlenirler arkadaşlarıyla. Bir iki arkadaşı yanlarından ayrılır. Kazim’in dereden geçeçeği anı beklemek için köprünün altına sinerler. Mevsim bahardır, Nisan ayının yirmi yedisidir. Dereden çok su akmaktadır. Kazim mutlaka bu ağaç köprüden geçmek durumundadır. Köprünün başına gelir. Etraftan garip sesler gelmeye başlar. Kazim hızla köprüden geçmek için adımlarını alel acele atarken arkasından sırtına bir şeyle vururlar. Dereye düşer. Ordakiler kaçarlar. Kazim şans eseri taşların üzerinde kalır düştüğü yerde. Komadadır. Sabah orada bulurlar Kazim’i. Alır eve götürür yatağına yatırırlar. Aile perişandır. Kazim çalınmıştır. Kırk gün ya yaşar ya yaşamaz der hacı hocalar. Doktora götürmezler. Zaten doktor yoktur çevrede. Bir iki gün sonra ayılır delikanlı. Ne olduğunu anlatır anacığına. Kimse bilmez yıllarca arkadaşlarınca kurulan tuzağı. Ayağa kalkamaz. Yatakta çakılı kalır. İstediği kız burnunda tüter.
Kıza gizliden haber uçururlar:
–Oğlan ölüm döşeğinde, bi kerecik daa dünya gözüyle gız seni görsün, diye.
Gizlice bir gün üç beş dakika buluştururlar sevdalıları. Kazim ölür 27 Nisan 1948 yılında. Eşim FADİK Hanımın doğumundan bir ay sonra.
Yıllarca eski kafalıların Kazim’i cin çarptıda öldü diye söyleştiklerini bilirim. Sanırım iç kanamadan hakkın rahmetine kavuşmuştur pusu kurbanı genç Kazim. Öldüğünde henüz on yedisindedir. Hepimiz adına kendisine rahmet diliyorum.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 5 nisan 2013


-----------------------------------------------

78. Yazı – 01 Nisan 2013
HORTTAH (hortlak) 2

Hortlak sudan çok korkarmış, dereden akan sudan geçemezmiş. Hortlağın dereye kadar kendilerini kovaladığını, ardına bakmadan, ses vermeden dereyi kıl payı geçtiklerini anlatan insanları çokça dinlemişimdir.

Abdallı Mahellesinden URUŞANGİLİN Ali’si, Hamzagilin Mehmet’i, Ziliflerin Mehmet’i, Şehrigilin Halil İbrahim’i, Şavguların Hüsnü’sü ve Etemgilin Kazim’i Kırıntı’nın Büyük Mezarlıklarının doğusundaki tarlalarına Daru ekilmiştir. Daru-darı veya mısır- tarlaları gelişir, ayıların yiyeceği erginliğe gelir. Yukarda adı geçen hanelerin gençleri tarlalara dört direk üzerine bekçi kulübeleri yaparlar. Ayının çıkamayacağı yüksekliktedir kulübeler. Ancak en fazla iki kişi sığmaktadır içine. Bizim kafadarlar yatsı zamanı gelince daru tarlalarına ayı beklemek için hep beraber giderler. Kulübelere ikişer ikişer çıkIp otururlar. Ayının gelmesini beklerler. Zaman gece yarısını hayli geçer birer birer uyurlar hepsi. Bir zaman sonra bir uluma sesiyle uyanırlar. Mezarlık tarafından uzayıp kısalarak hiç durmadan uluyan hortlak onlara doğru gelmektedir. Korkudan kafalarını yorganlarının altına sokarlar. Artık hortlak onları gelip yiyecektir. Hiç seslenip bağırmazlar. Uluma sesi onlara yaklaşır ve Yeniköy tarafına doğru gidip araba yoluyla geri dönüp mezarlıklarda kaybolur. Herkes altına kaçırmıştır. Korkudan birbirlerinin yanınada gidemezler. Uyuşuk şekilde beklerlerken sabah yakını tekrar uyuya kalırlar. Sabah güneşi doğunca birlerini uyandırıp köye gelirler. Bir daha daru beklemeye filan gitmezler mezarlıklar tarafına. Çok sonraları anlaşılır ki onları korkutan hortlak falan değil birkaç delikanlı imiş. Bunlar yazın herk yaparken öküzlerini doyurmak için daruları kimse beklemesin diye onları korkutmuşlar. Sabah yakın daru tarlalarından hayvanlarının karınlarını doyurup çiftini sürmüşler. O DÖNEMİ BUGÜNLERLE KIYASLAMAYIN. Mal-davar çok, ot hiç yoktu. Herkes birilerinin ekili tarlalarından hayvanlarını doyururdu. Bir dahada o tarlalara daru ekmediler bizim mahalle.

Çırak Celal, Aşur’un Memmet’lerinin Durmuş’la Lorşon’a gendüme döğmeye gittiler iki eşek yükü kurutulmuş hedikle. Çıraklar bizim eşeği ödünç almıştı. Yarmayı ıstahanda dövdürürler, eşeklere yükleyip yola çıkarlar ama akşamın yatsı namazı vakti bile geçmiştir. Gele gele mezarlıkların göründüğ sırta çıkarlar Yeniköy tarafından. Eşeklerin kuyruklarından tutarlar. Durmuş Celal’a şöyle öğüt verir:
-Mezarlıhların yanından geçerken ses gelirse sahın seslenme. Eşşeğin guyruğunu bırahma, yola devam et. Been de sahın bişe sorma.

Tam mezarlığın yanına Hasan Devrüş’ün doğrusuna gelirler. Celal, Durmuş’u mezarlıklar tarafına, Durmuş Celal’ı mezarlıklar tarafına itmeye çalışırken Celal’ın eşeği Hasan Derviş’e sapar. Durmuş eşeği ile hızla uzaklaşır. Celal eşeğin peşinden Hasan DERVİŞ’e sapar eşeğini geri çevirmek için.
-Yavuz! Yavuz!! diye bir ses gelir.
Bizimki karşılık verir:
-Sen kimsin lan! diye.
Sanır ki oralarda tarla sulayan biri vardır. Sesine devamlı Yavuz, Yavuz diye karşılık gelir. Ses gitikçe yaklaşır. Bizim enişte cevap alamadıkça sinirlenir ve sesin geldiği tarafa doğru ana-avrat sövmeye başlar. Az sonra Celal’ın sağına soluna taşlar atılmaya başlar. Celal’da ara sıra sesin geldiği tarafa taş atar. Büyük dereden geçerken az daha sesle taban tabana gelmişler. O zaman derede köprü yoktu. Dereden geçince ses geride kalır. Eve gelince korktuğunu anlıyorlar. Kocakarı ilaçları yapıp yediriyorlar, zırzadan su geçirip içiriyorlar.

Hürmüz yüklüdür. Alucra’dan Girasun’a göç gitmek için bir otobüse binerler. Bu otobüsün adı Yavuz’dur. Bu arada Alişan Hüseyin bu otobüsü bazende Kervan isimli otobüsü kiralayarak yolcu taşımaktaydı. Yavuz isimli otobüs Kulakkaya’ya gece varır. Sisten gidemezler. Bir handa yatarlar. Hürmüz hastalanır doğum gerçekleşir. Arabanın sahibi ÇOCUĞUN ADI BU ARABAYALA GELDİĞİNİZ İÇİN yavuz olacak demiş. Celal çok uğraştımsa da bu adı goymalarını önleyemedim diyor. Çocuk üç gün sonra ölür.
Celal:
- Babaan azına .ıçıym senin! Çocucun adını Yavuz goydularda çocuh öldü! diye hala hayıfsanıyor.
Bu korkutma işinide hortlağa yoruyorlar ama bence kesin olarak iki bacaklı ve ölmemiş muzip veya gaddar birinin işi.

Alim Aydoğan

-----------------------------------------------

77.Yazı – 27 Mart 2013
HORTTAH (Hortlak) - 1

Bundan elli altmış yıl önceleri ve daha eski zamanlarda köyümüzde, çevre köylerde Horttah, Cin, Peri Ve Ecinni’den çok korkarlardı. Benim çocukluğumda hortlak korkusunu halk yoğun korkular içinde yaşardı. İnsanlar birbirlerine şöyle seslenirlerdi: Allah seni horttada, hottayasıca seni, horttah suratlı nebri gibi sözler ederlerdi. Hortlak varmıdır? Aslında yoktur ama insanlar var olduğuna inanmışlar. Onlara göre hortlak kesinlikle var. Çünkü yalan yamalak kulaktan duyma uyduruk masalımsı anlatımlar çok yaygınmış, veya yaygındı diyebiliriz kesinlikle.

Hortlak nedir? Bir insan ölür. Mezara korlar. Bu insan kötü bir insansa mezarında yatamaz, Allah onu mezarında yatırmaz. O ölü mezarından çıkar insanlara kötülük yapmak için köyün içine gelir. Genelde geceleri sabaha karşı köye girer. Boyu çok uzundur. Bir kavak boyundadır. Uzar kısalır. Adımlarının arası üç beş metreyi bulur. Uluyarak insanları korkutur. Uluması çok korkutucu ve ürperticidir. O uluma sesini duyanlar korkudan tirtir titrerler. Korkudan çoğu insan altına kaçırırmış.

Hortlağı kimse öldüremezmiş. Yanına bile kimsecikler yanaşamazlarmış. Hortlak ulumayla kendini duyururmuş. Herkes kaçacak delik ararmış. Onu hiç bir şeyle öldüremezmiş. Tabanca-tüfek, kama-bıçak, kazma, balta, girebi, tırpan ve buna benzer hiç bir alet ona zafar edip öldüremezmiş. Hortlağı sadece dekliksiz demirden yapılan kesici aletler öldürürürmüş. Öyle bile olsa kimsecikler ona korkudan yanaşacak yüreklilikte değilmiş.

Aslında hortlak açıkgöz insanlarmış. Yalancılar, dolandırıcılar, hırsızlar,, yankesiciler ve bir de hovardalar, kadın-kız manyakları bu hortlak işine soyunurlarmış. İki uluma ve beyaz kefen gibi don-gömlekle iki uzayıp kısalınca herkes kafasını bir kota sokarmış. Saatlerce girdiği deliklerden çıkmazlarmış. Hortlak kılığına giren kişi veya kişilerde işini görüp sırra kadem olurlarmış. Daha çok tavuk-horoz çalarlarmış. Arada birde koyun, keçi, oğlak ve kuzu çalıp yerlermiş. Hayvanlarının yok olduğunu anlayan halk hortlağın bu işi yaptığını sanırlarmış. Canımızı kurtardıklarına şükrederlermiş. Yaka yakaya hortlakla kimsecikler karşılaşmamış hiç. Hortlak adamı eline geçirince yalar yutarmış. İnsanlara en çok korku salarak beyinlerinin çivilerini oynatırmış. Çoğu insanın ruh ve sinir yapısı zarar görmüş. Akli dengesini yitirenlerde olmuş zaman zaman.

O zamanlar köyde elektrik ve el feneri olmadığı için hortlaklar istediği gibi at oynatmışlar. Hemen yüzlerine ışık veya el feneri olsa da tutulsaydı onlar bu herzeleri yiyemezdi. Çıra veya fiskiye lambası ile evler aydınlatılırdı. Korku içlerine sindiğinden insanlar hortlağa karşı hiç bir icraat yapamamışlar.

Hortlak en çok mezarlıklarda görülürmüş, oradan köye veya mahalleye gelir gidermiş. Bu gün bile tek başına veya korkak iki-üç kişi mezarlıkların yanınandan gece geçemerzler, ölüler hortlayacak diye. Bazıları tek başına gündüz bile mezarlıklara halen yanşmamaktadır korkudan. Mezarlıkların yanındaki yoldan ola ki birkaç kişi geçerken gaipten sesler gelirse hiç cevap vermeden oradan sıvışıp uzaklaşılmalıdır. Besmele çekerek ve arkaya bakmadan hızla birbiriyle laf alıp vermeden uzaklaşanlar akıllı, tersini yapanlar ise avanak ve akılsız sayılırlarmış.

Gece mezarlıklara gidersin gidemezsin muhabbet başladığında bazı ucuz kahramanlar ben giderim, ne var ki derlermiş amma kimsecikler gidemezmiş veya gitmek isteyenleri yollamazlarmış. Herkes bayağı korku içinde olduğundan mezarlıklar hortlak yuvası olarak görülürmüş. Korkan insana her mezar ayağa kalkmış gibi görünürmüş.

Bir yerde gece mezarlığa gidersin gidemezsin konusu konuşulurken bir kahramanlık yapmak isteyen adam:
-Ben tek başıma mezarlığa gider yeni ölen adamın mezarına habu çaputu çaharım, der.
Gece mearlığa gider. Geri gelmez adam. Sabah mezarlığa giderler ki adam kendi kolundaki enteriyide çaputla mezara çakmış. Korkudan hücceten ölmüş. DİKKAT!! Bu paragrafı lütfen bir önceki parağraftan önce okuyunuz.

(Devamı var...)

Alim Aydoğan - 16 Mart 2013

-----------------------------------------------

76.Yazı – 22 Mart 2013
KEDİ VE KÖPEKLERİ KIŞIN KIRINTIDA YALLAMAK
Köyüz Kırıntıda kış şartları zorlu geçmektedir biliyorsunuz. Belki az ve hiç bilmeyenler olabilir diye düşünüyorum. Özellikle gençlerin çoğunun kışın köydeki kış yaşamını hiç yaşamadıklarını veya bazılarının bir iki gün yaşadıklarnı düşünüyorum. Bazen kar çok yağar köyümüze. Olmaz çoğu kez Bir metreyi geçtiği olur kar kalınlığının. Yarım metreden az olmaz bir iki ay. Evden eve küreklerle atılan karlarla yolların kenarları bir metreye yakın olur aylarca. Açılan yolun kenarındaki yükseklik sanki bir çeşit duvar gibidir. Kenarlar sert ve sıkışmış bir durumdadır. Yol ise daracıktır. Hayvanlar kışın sağdece bu yolları kullanmak durumundadır. Bir gecede yarım metre kar yağdığı olur, açılan yollar dümdüz olur. Köpekler zar zorda olsa evlerin kapısına bata çıka gidebiliyorlar ama kediler olduğu yerlerde mahsur kalmaktadır. Yolarda Kedileri köpekler sıkıştırmaktadırlar. Bazende parçalayıp öldürdükleride olmaktadır.
Kırıntı gençliğinin köydeki kedi ve köpeklere sahip çıktığını biliyorum. Hepsini yardımlarından ve hayvan severliklerinden dolayı kutluyorum. Üç beş kişiyi geçmeyen büyüklerimizde bu hayvanlara yardım konusunda duyarlı ve çok destek verici çalışmaları, yardımları olmaktadır. Onlarada teşekkürler. Ama bu yardımlar yeterli değildir, kafi gelmemektedir.
Köyde bu hayvanlara yal yapıp yediren insan ve aile sayısı çok az. Bazı bakacak durumda olanlar olmasına rağmen sonuç verici tutumları sıfır durumda.
Makarna ve un gibi yiyecekler köye gönderildiğinde o köpek ve kedilere bakma durumu olupta bakmayanlar hemen devreye giriyorlar:
-Vış, vaayy!! Bizede un makarna versenize? Bizde hayvanlara bahıyrıh da. Burada bir iç etme durumu olmaktadır. Kendi evlerinden hayvanlara hiç yem yiyecek vermezler bunlar.
Bazılarıda bu hayvanlara san ki azılı düşman gözüyle bakmaktadır. Değnek ve elerlindeki sopalarla hayvanlara dayak atmaktadırlar. Kapılarına bacalarına yanaştırmamaktadırlar. Laf açıldığında da hayvanları şöyle yedirdim, böyle yedirdim diye kendilerini övenlerde var maalesef. Bunlara çok kızıyor ve de üzülüyorm. Bir kaç kişide hayvanlara av tüfeğiyle ateş etmektedir. Onları öldürüp yaraladıkları da olmuştur. En iğrenç kişilerde bence bunlar. Savunmalarıda şöyle olmaktadır:
-Yolları hep poh ediler nalet olasıcalar. Çekilecek dert deyl gardaş, gapı baca hep it pohun a garışi. Kışın hayvanlar insanların evden eve kulandığı yolları kullandığı için bu yolların pis durumu böyle oluyor. Ama bu durum onları hiç haklı göstermez.
Hayvanlar kendilerine iyi davranan evlerin önüne gelip adeta ağlayarak yiyecek istiyorlar. O ev sahipleri yalancıktan onları azarlasalar bile ellerine ayaklarına dolaşarak yiyecek istemeye devam ediyorlar. Üç beş aile böyle. Hayvanlara çoğu zaman kendi yiyeceklerini yediriyorlar. Onlara çok sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum buradan hayvan severler adına.
Hayvanları yedirmek için yallarını yapıp yeme yerlerini ayarlayıp başlarında durarak yedirmek gerekiyor. Yoksa dalaşıyorlar. Güçlüler zayıfları aç bırakıyor ve dalayıp yaralıyorlar. Karda, kışta, fırtınada bu hayvanları yedirenleri kutluyorum.
Yazın iki gün hayvanlarını bakanlar:- Kışın ne olursa olsun dememeleri gerekir. O hayvanın kışın da bakımını üstlenmeliler. Yiyeceklerini temin edip bakacak insanlara teslim etmeliler, yetecek yiyecek bırakmakla olmuyor bu işler. Kışın köyde yirmiden fazla köpek, yüzden fazla kedi olmaktadır.
Bu hayvanlarımızın durumunu normal bakım seviyesine çıkarmak için herkese görev ve sorumluluk düşmektedir. Köyde evi barkı olanlar elini taşın altına koymalı artık.
Hayvan sevenleri desteklememiz dileğiyle!!!!!!
Her canlı kendisini seven insanı anlar, onunla dost olur.

Alim Aydoğan Çekmeköy 21 mart 2013 Saat 13 15

-----------------------------------------------

75.Yazı – 16 Mart 2013
SINAVLARIM-4

Okula kaydımı yaptırabilmem için heyet raporu almam gerekiyordu. Yanıma Erzurum’un içini iyi bilen sonsınıfta okuyan bir öğrenciyi kılavuz olarak verdiler. Bir haftada raporumu zorlukla alabİlmiştim. Heyette olan doktorlardan biri beni muayene ederken şöyle bir soru sormuştu:
-Ayakta uyuyor musun?
-Hayır! İnsan yayakta uyur mu, ben yatakta zor uyuyorum? dedim. İki kolumu öne doğru uzattırdı:
-Böyle iken ayakta uyuyormusun? dedi.
-Hayır doktorum dedim.
Ben gayet saf ve sakince cevaplıyordum. Birkaç soru daha sordu, iş bitti. Ben bu olanlara bir anlam veremiyordum aklımca. Oysa benim sinirimi ölçüyorlarmış. Asabi olup omadığımı anlamak için kızdırmaya çalışıyormuş doktor.

Neyse raporu alıp okul idaresine verdim. Kaydımı yaptılar. Okul plaka numaram 523 olmuştu. Bu okul numaramı hâlâ severim. Bazen araba plakalarında 523 numarasını görünce çok heyecanlanırım . Okul anılarımın bazıları gözlerimin önünde canlanır birden. Aralık ayının ikisinde okulda derslere girmeye başladım. Karne tatiline elli gün kadar bir süre vardı. Bu süre nasıl geçecekti? Bir türlü günler geçmek bilmiyordu. Reşat Kara ile aynı yatakta on on beş gün birlikte yattım bana yatak ayarlanana kadar. Öğrenciler akşamları hüngür hüngür ağlıyorlardı. Bende çok ağlama sınırına gelmiştim. Gözlerimden bir iki damla göz yaşı akıttığımda oldu. Reşat çok ağlıyordu. Hepimiz ana kucağından, evimizden, baba ocağından ilk defa ayrılmış sabulardık. Okulunda kendine has disiplini ve kuralları vardı. İklim çok sert ve soğuktu. Yatakhanelerimizde soba yoktu. Kalorifersiz derme çatma yapılardı. Okul yerleşkesi kırk üç binadan oluşuyordu. Her bir binanın arasında en az otuz kırk metre mesafe vardı. Sabahları yüzümüzü dışarda delikli demir borudan akan suyla yıkardık. Suyu yüzümüze çalar çalmaz su yüzümüzde donardı. Hemen hemen her dersimizi ayrı ayrı binalarda taşınarak yapardık. Bizden önceki öğrenciler hem okumuşlar hemde okurken binaların yapımında çalışmışlar. Başka illerden gelip bina yapıp giden öğrenci gruplarıda olmuş. Biz 1962 yılında beşinci sınıfa başladığımızda okula çok katlı kaloriferli bina yapımına başlanmıştı. Biz mezun olduktan sonra öğrenciler kaloriferli yatakhaneye taşınmışlardı.

Giresun’dan köye, Karaca’dan Erzincan’a giderken çok üşümüştüm. İçim dışım tirtir titriyordu. Zangır zangır titriyordum. Günlerce titredim. Ne yatakta üşümem geçti ne de yemekhanedeki aşçı ocağının yanında ısınsamda geçmedi. İyiki diyorum şimdi o zaman kalıcı bir derde kalmamıştım.Günler gelip geçmek nedir bilmiyordu. Ah anam vah anam’ , ah köyüm vah köyüm.
Anne kucağı ve evimizin hasreti hepimizi kasıp kavuruyordu. Ve bir gün karne tatili oldu. Reşat, ben ve rahmetli Keleşlerin Hüseyin ağbi köye yola çıktık. Nerdeyse köye koşarak gidiyorduk. Hüseyin ağbi bizim heyecanımız daha önce yaşamış olduğundan bizi hiç engellemedi. Reşat’ı Yeniköy’e bırakıp köyümüze hızlıca geldik. Anneciğime, anneciğimde bana bir sarılma sarıldık ki sormayın gitsin. Sanki tek bir beden olmuştuk. Tatil bitti. Okula döndük.

Karne tatili nasıl gelecek diye beklerken altı yıllık okuma süresi bitti. Yirmi dokuz yıllık öğretmenlik süremiz bitti. Emekli oldum, 1993’te. Bu yazının yazıldığı 2013 yılına kadar yirmi yıl daha geçti. Nasıl geçti? Geldi geçti emme bizi de deldi geçti.

Köyde üstü topraklı evler varken Hamit Bal isimli çok yaşlı bir hasta :
-Beni havu meren bacasına cıharında şu yalan dünyaya bi gere da bahayım dünya gözüyle demiş. Koltuklarına girip bacaya çıkarıp gezdirirlerken ona sormuşlar.
-Yaş yaşadın diş dişedin bize ne öğüt vercen? demişler. O da Bal oğlu mahallesini, karşışındaki asırlık ahlat ağacını göstererek şöyle der:
-Haşu armut acının altından ya geçdüüm ya geçemedüm! Yeri yalan dünya varget! demiş.
Tekrar içeri götürüp yatağına yatırmışlar. Kısa süre sonra hakka yürüyüp, ruhunu teslim etmiş.

Ali Aydoğan - Çekmeköy - 11 Mart 2013


-----------------------------------------------

74.Yazı – 12 Mart 2013
SINAVLARIM-3

Yıl 1958. Kasım ayının on beşleriydi sanırım. Ordu’nun Ünye Kaza’sından köye hareket ettim. Beni Girasun’a yolladılar. Orda göç olarak duranlar beni üstü açık bir arabayla Alucra’ya gönderdiler. Alucra’dan köyüme pazara gelenlerle gittim. Annem beni heyacan ve sevinçle karşıladı. Yolda üstü açık arabayla gelirken çok üşümüştüm. İç organlarımın tittir titrediğini hisediyordum.

Sabah oldu. Karaca’ya gitmemiz gerekti. Niçin gerekti? Çünkü o dönemde yatılı okula kayıt yaptırabilmek için devlet noterden ve mal müdürlüğünden senet sepet yaptırtıyordu. Bu senedi okuldan kaçarsan, okuldan atılırsan, okuyamazsan, ölürsen veya herhangi bir sebepten okuldan uzaklaştırılırsan masrafları geri almak için yaparlardı. Annemle kasabaya indik. Annem bir şey bilmiyor, ben bir şey bilmiyorum. Akşama kadar bir icraat yapamadık. Yürüyerek Çal Köyü’ne geldik. Akşam karanlığı olmuştu. Köyümüze gelemedik, orda bizi misafir ettiler. Sabah yine kasabaya indik. Biraz işlerimizi hala-yola koyar gibi ettik akşam eve geldik. Köyden iki gün daha kasabaya inip senet işimizi hallettik. Öğretmenler o tarihlerde doksan lira maaş alıyorladı. Bize yedi bin beş yüz liralık senet imzalattılar. Bu işleri yapmak için köyden kasabaya yaya gidip gelişyorduk. Işımadan yola çıkıp akşam eve zar zor giliyorduk. Gidiş geliş yolumuz şöyle idi: Kırıntı’dan Yeniniköy’ün altından AŞŞAĞI Gersut’un yukarısından Kirazmaşat’ın altından Çal Köyü’nün yanından aşağı Uluşiran Köyünün kenarından Karaca’ya varıyorduk. Ayaklarımızda çarık ve yırtık yün çorapları. Gidip gelirken yolda kağıt para buldum. Bu para iki adaet beş liraydı. Masraflarımız çıkmıştı.

O akşam millet bizim eve doluştu. Bana ufak tefek haşlıklar ve azıklar verdiler. Sabahleyin bizi eş-dost uğurladılar. Annemle Karaca’ya indik. Üzeri tomnruk yüklü bir kamyona, kamyonun üstüne binip Erzincan’a yola çıktım. Kalasların üstünde doğru düzgün oturma yeri bile yoktu. Kalasların kamyona sarıldığı iplere iki elimle sıkıca sarılarak Erzincan’a gelddim ama çok üşümüştüm. Kasım ayının yirmi beşleri idi. Bizim oraların tam kış dönemiydi. İlkokula gitme çağlarımızda çocuklarla hayal kurardık: Habu evimiz hebeyle biz içineyken kalksada gitse diye. Ve bir kaç yıl sonra kamyona bindiğmde aklıma hep o hayellerimiz geldi. Ve trene bindim: Caf cuf caf cuf Erzurum’ hareket ettim. Sabah Ilıca’da trenden inip Yavuz Selim Öğretmen Okulu’na vardım. Trenden inince daha çok üşüdüm. Tren sıcak, dışarı çok soğuktu çünkü. Okul idaresine evrakları verdim. Sağlık raporuda almam gerektiğini söylediler. Bu iş daha zordu benim için…

(Devamı Var...)

Alim aydoğan 8.3.2013 Cuma çekmeköy saat 09 35

----------------------------------------------

73.Yazı – 09 Mart 2013
SINAVLARIM-2

Sınav günü geldi. Karaca’ya indik çocuklarla birlikte. Sınava çok daha hazırlıklı olarak girmiştim. Kim ne derse desin ben kendi bildiğim şekilde soruları yanılayacaktım. Cermal ağbimde bizimle gelmişti. Dışarda bizim sınavdan çıkmakızı heyacanla beklemiş. Ben tüm sorularaı doğru yanıtladım. Hele matematik sorularını çok çok daha dikkatle ve kontrollerini yaparak cevapladım. Bir de tüm soruları noktası ve virgülüne kadar aklımda tutarak sınavı bitirip dışarı çıktım. Hemen Cemal Ağbim beni kenara çekti. Geçmiş olsun dedi. Beni optü, yanaklarımı sevdi. Yüzüm gülüyordu. Sorularaı tek tek söyledim, cevaşarımı da söyledim. O da konrol ediyordu yanıtlarımı. Tüm cevaplarımın doğruluğu artık çok daha kesinleşmişti. Bana aslında çok güveniyordu. Bir önceki sınavda mümeyz öğretmenin yaptıları aklına gelmiş olacak ki o olaya esip gürledi yeniden Ağbim. Beni lokantaya götürdü. Yedirip içirdi. Hediyeler aldı. Eve geldik. Sınav sonuçlarını bekliyoruz.

Yazılı sınav snuçları Ağustos Ayının balarında belli oldu. Sınavt kazanmıştım. Bir sevinç bir sevinç sorma getsin benim keyfimi neşemi. Ağzım kulaklarıma varıyor nerdeyse. Herkes beni kutluyodu. Eş dost çok sevinmişti. En çok sevinen ise rahmetli annem olmuştu:
-Sen benim küçük olumsun. Beni sen bahacahsın. Artuh sırtım da a yere gelmez. O dönemlerde hep anne babayı küçük oğuları bakıyodu. Küçük oğlanlarda anne-babalarına bakmaya mecburlarmış gibi bilirlerdi kendilerini.

Benle beraber Yeniköy’den Reşat-Yayla-Kara’ da sınavı kazanmıştı. Ağbim sıkı şekilde ders çlışmamımı yönlendiriyor ve yardım ediyordu. Arada kulaklarımı ise lastik gibi uzatıyordu. Üstü açık kamyonlarla Erzincan’a, oradanda trenle Erzurum Ilıcadaki öğretmen okuluna vardık. Üç gün önce gitmiştik oraya. Sıkı çalışmalar devam etti. Sözlü sınav günü geldi çattı. Reşat’ın sınav sıra numarası 81, benim sıram isew 82 idi. Birinci sırası loan çocuk sözlü sınava girdi, ikinci girdi, üçüncü girdi. Sıra bize gelene kadar istisnasız her öğrenciye matematikten aynı soruyu sruyorlardı sınav komitesi. Soru şöyleydi aynen: Cebimdeki paramın önce yedi bölü ikisini, sonra beş bölü üçünü harcadım, cebimde kırk kuruşum kaldı. Harcamadan önce benim kaç kuruşum vardı? Soruyu Cemal ağbim Reşat’la bana kenarda defalarca yaptırdı. Adeta soruyu ezbere yapıyorduk.

Sırası gelince Reşt içeri girdi. Az sonrada ben içeri girdim. Baktım ki aynı soruyu Ona da sormuşlar. Soruyu şıpşak çözdü. Aferim sana deyip hiç bir soru daha sormadan Reşat’ı dışarı yolladılar. Bende soruları yanıtladım. Ama şöyle bir soru sordular bana Türkiye Haritasının önündeyken. –Çocuğum yurdumuzda bakır hangi ilimizden çıkıyor göster bakalım? Sorunun cevabını hiç bilmiyordum. Birden aklıma Diyarbakır geldi : -Diyarbakır’dan çıkıyor dedim. –Peki Diyarbekir’in hangi kazasından çıkıyor, dediler. Bilmiyorum dedim. –ERGANİ’den çıkıyor dediler.

Reşat sınavı birincilikle kazandı. Ben ise sınavı birinci yedek olarak listeye girmiştim. Çok üzülmüştüm. Ağbimde çok üzülmüştü. Çünkü diğer tüm cevaplarım doğruydu. Ağbim bana ilk defa kızmadı. Çünkü bu soruyu ben de bilemezdim dedi. Annem çok üzüldü. Herkes artık benim sınav kazanamadığımı çalıp yayıyordu köyün içinde. Çok kırıcı laflar kulağımıza geliyordu sık sık. O güzün Hüseyin ağbim göçü ile Ünye’ye beni de alıp götürdü. O inşaat işleri yapıyordu. Ben de ameleliğe başlamıştım yanında. Her gün ağlıyordum. Derken birgün köyden bir haber geldi: Beni okula çağırıyorlardı…

(Devamı var...)

Alim - 5 Mart 2013 - Çekmeköy

-----------------------------------------------

72.Yazı – 06 Mart 2013
SINAVLARIM 1

İlkokula köyümde başladım. Birnci sınıfta Alfabe ile okuma yazma öğretiliyordu. Alfabe kitabını her talebe gibi ben de çok seviyordum. Sadece o kitabımız vardı. Bugün bile alfabenin bazı okuma parçalarını ezbere biliyorum hâlâ. Birinci sınıfta az kalsın sınıfta kalıyordum. Okuma-yazmayı son bir haftada çat-pat sökebilmiştim. Onuda Zilif Halaların İbrahim’e borçluyum. Beni son onbeş gün çok sıkı ve verimli şekilde çalıştırmıştı. İkide, üçte, dörtte ve beşte gittikçe çok iyi bir öğürenci olmuştum. Derslerimin çok çok güzel olduğunu köyde herkes biliyordu. Okula giderken ve okuldan eve geri dönerken bizi duvar diplerinde oturan büyüklerimiz yanlarına çağırıp çeşitli sorular sorarlardı. Hemen hemen her soruyu doğru cevaplardım ki bana -eferim seen ula Ali!- derlerdi. Bu çocuh ohur, gafası çoh çalışi derlerdi birbirlerine. Öğretmenlerimiz de benim okumamı çok istiyorlardı. Ailemede bu dileklerini sıkca iletirlerdi. Sağ olsunlar dört ağbimde okumamı istediler, yardım ve desteklerini hiç esirgemediler. En çok da Cemal ağbimin emeği geçti.

Beşinci sınıfı bitirdim. Öğretmen okulu sınavlarına kayıt yaptırdık. Cemal Ağbim beni sıkı bir ders çalışma programı kıskacı içine aldı. Bir öğrettiği bilgiyi erkeksen unut bakayım. Nalin tıkıcı hemen başlıyordu. Hem de çok can yakacak biçimde oluyordu bu tıkıçlama. Örnek olsun diye kısaca bir ders çalışma durumunu anlatayım: Yuttaşlık Bilgisi dersimiz vardı. Yurttaşlık Bilgisi Kitabı vardı o zaman. Validen, kaymakamdan, Nahiye Müdüründen, Belediye Başkanınından ve bunların görevlerinden , çalışmalarından bahsederdi bu kitap. Ama o zamanlarda sadece köyü ve köyün muhtarını, Jandarma ve Karakolu biliyorduk. Yuttaşlık Bilgisi Kitabımı aldım Ağbimle Gucugoyn Deredeki bostana ders çalışmaya gittik. Ağbim okudu ben dinledim. Arada bazı yerleri açıklıyordu. Anlayıp anlamadığımı soruyordu. Sıkıysa anlamadım de bakayım! Anladım diyordum, O da bir sonraki konuya geçiyordu. Ve kitap okuma izahat işi bitti. Sıra geldi benim en korktuğum bölüme: Sorulacak her soruya nasıl doğru cevaplar verecektim? İşte bu çok zor ve tehlikeli bir ortamdı. Kitabın başından sonuna kadar her sayfadan sorular sordu. On-onbeş sorudan birine cevap veremediğim oluyordu. Hemen ardından nalinli haşlak başlıyordu. Kitap bitene kadar epey haşladı beni. Korkudan ağlama bile ağlayamıyordum. Çok sık şekilde beni çalıştırdı.

Sınav için Karaca’ya gittik. Sınava girdik. Soruları çözüyorum. Sınavdaki mümeyz öğretmen Terme köyünden Mustafa Aydın. Benim yaptığım tüm soruları geldi baktı. Hepsi yanlış olmuş dedi. Silip hepsini yeniden yapmamı istedi. Ben silmedim. Tekrar geldi silmemi emretti. Ben de yanlış- yamalak yaptım. Dışarı çıktık. Cemel Ağbime olanları anlattım. Hangi soruya nasıl cep yazdığımı, silip neler yazdığımı anlattım. Sen doğru yapmışsın önce. Sonraki yaptıkların hep yanlış dedi. Eve gidince ben sana gösteririm dedi. Ama bana da inanmış olacak ki mümeyz öğretmeni bulup durumu aktarmış, adam akıllı onu azarlayıp terslemiş. Tabi sınav sonucu fiyasko ile bitti.
Sınav sonuçlarını Aşığın Pınar’ında Burga Baba Şenlik günü öğrendik. Kamil Şıh Dede Köyün Muhtarı. Oğlu Mustafa’da bizimle sınava girmişti. Benim babamın da adı Kamil. Ortalıkta bir fısıltı bir fısıltı almış başını gidiyordu o gün. Güya sınavı ben kazanmışım da, Kamil Şıh benim adımın yerine kendi oğlunun adını yazdırmış. Benim yerime oğlu Mustafa’yı kazandırmış. Bu dedikodu günlerce köyün gündeminde kaldı. Hâlbuki adamcağızın hiç öyle bir şeyden haberi yokmuş. Bunu halk neden sonra öğrendi. Bir yıl sonraki sınava hemen hiç durmadan çok sıkı şekilde çalışmaya başladım. Kış boyunca okula devam ettim. Sınav zamanı geldi çattı.
(Devamı var...)

Alim Aydoğan – Çekmeköy - 4 Mart 2013 Pazartesi

-----------------------------------------------

71.Yazı - 23 Şubat 2013
AĞLAYAN BABAANNE

Yıl 1965. YER: Afyonkarahisar ili Emirdağ ilçesi Arslanlı köyü.
Öğretmenliğimin ilk yılı. Sene sonu geldi. Sanırım Nisan ayının 30’u. Okulda tek öğretmenim.Beş sınsfı bir arada okutuyorum. Okulun 52 mevcudu var. Öğrencilerin karnelerini yazdım, imzaladım ve mühürledim. Okulun Öğrenci kütük defterine ve diğer kayıt defterlerine öğrencilerin notlarını işledim. Kalanlar,sınıfı geçenler ve mezun olanlar ilgili evraklara işlendi. Karne günü geldi. Elliiki mevcutlu okulun öğrencilerinden 25’i sınıfta kaldı, 27 öğrenci ise sınıfı geçti veya mezun oldu. Öğrecilere karneleri dağıttım. Sınıfta kalanlar hüngür hüngür ağlıyorlar. Diğerleri sevinçli. Çocuklar okuldan dağıldılar. Ağlayan öğrencilerim bende bir pişmanlık duygusu yaratsada çok huzursuz değildim. Çünkü gerçekten başarısızdılar. Kalanların çoğu iki, üç ve dördüncü sınıflardandı. Çoğu okuma yazma bilmiyor gibi veya bilmiyorlardı. Adını yazmasını bile bilmeyenler vardı. Ben öğrencilerin bu düşük seviyelerini gidermek için yıliçerisinde çok ama çok çaba sarf ettim. Öğretmenliğimin ilk yılı olduğu için benimde noksanlarım ve hatalarım olmuştur. Fakat asıl mesele öğrenilerimin önceki yıllarda yeterli eğitim almamış olmalarıydı.

Akşam oldu. Evde oturuyorm.Birazda üzgünüm. Köylülerden hiçbir ses ve hareket yok ne olumlu nede olumsuz. Yatsı ezanı okunuyor. Kapıya tak tak vurldu. Açtım kapıyı. Bir kız öğrencimin BABAANNE’si. Torunu üçüncü sınıfta ve sınıfın en verimsiz öğrencisiydi. Babaanne köyün varlıklı ailelerinden bir ailedendi. Beni çok seviyordu. Bende O nineyi seviyordum. O yıl aldığım aylık net 432 lira idi. İçeri gelen ninenin avucunun içinde bir tomar kağıt para gözüküyordu. Hoşladım nineyi. Yer göterdim. Oturmadı. Başladı konuşmaya: Gadın oğlum, has oğlum al aha bu parayıda torunumu sınıf geçir. Dedesi çok sinirli. Daha duymadı.Duyarsa çocuğu öldürür dedi ve elindeki parayı pekeye bırakıp hemencecik çıkıp sıvıştı gitti. Giderkende kimseye söyleme he benim gadın oğlum diyordu. ( Oralarda gadın oğlum demek tabiri şu anlama geliyor:Güzel oğlum, akıllı oğlum, yakışıklı oğlum.)

Parayı saydım:Tamtamına 445 lira idi. Yani aldığım aylıktan fazla idi.(parayı nineye geri iade ettim)
O gece uyku uyumadım. Çok çok duygulandım ninenin bu davranışından. Çocukların ağlamalarıda beni rahatsız ediyordu. Ve sabah ışırken kararımı verdim: Çocukların hepsini sınıf geçirecektim. Ama nasıl? Çünkü bütün evraklara her kayıtı geçmiştim. İlköğretim müdürlüğüne indim Emirdağ’ına. Müdür beye durumun anlatılacak yerlerini anlattım. Bütün evrakları yeniden yazmam için bana boş evraklardan bol bol verdi.

Arslanlı köyüne geldim. Beş gün beş gece hiç durmadan evrakların tümünü yeniden yazdım. Hatta not defterini ve karneleride yeniden yazdım.
Köye haber saldım. Herkes okula gelsin diye. Karnelerini yırtıp atmayanlarda karnelerini getirsinler diye.
Veliler ve öğrencilerim tam mevcut okulda biriktiler. Önce vermiş olduğum karneleri geri topladım ve imha ettim. Her öğrencime yeni karnelerini verdim. Köy halkına bir kısa konuşma yaptım. Herkesin sınıf geçtiğini duyurdum. Sınıf geçen öğrencilerdeki sevinci görünce aşırı duygulandım.AĞLADIM. Köylüler bu duruma çok sevindiler.
Yaz tatilimi geldim Kırıntı köyümde geçirdim. Okullar açıldı. Aslanlı köyüne geri gittim. Gittim ama gitmez olaydım! O babaanne ilk gittiğim günün akşamı yanıma geldi. Ağlıyordu. Ve ağlıyarak anlatıyordu:GADIN OĞLUM iyiki torunumu sınıf geçirdin. O ÇOCUĞUM ÇOK MUTLU olmuştu dedi ve ağlayaraktan çekip gitti. Sabah öğrendim ki çocuk yazın köyün içinde bir susuz kuyu vardı. Öğrencim yazın o susuz kuyuya düşmüş ve ölmüş. Ölüsünü günler sonra bulmuşlar. Bu olay yıllardır beni üzüntüye gark ediyor. O GÜNDEN BERİ İYİKİ TÜM ÖĞRENCİLERİMİ SINIF GEÇİRMİŞİM diye mulu oluyorum.

ALİM AYDOĞAN 11 MAYIS 2011 ÇARŞAMBA KIRINTI KÖYÜ EV SAAT 13 00

-----------------------------------------------

70. Yazı - 15 Şubat 2013
GATMA VE TERŞİ

Annelerimiz, ninelerimiz, bacılarımız ve gelinlerimiz evin iplik işlerini hemen hemen kendi olanaklarıyla tedarik ederlerdi. Yünden ve kıldan elde edilen ipliğe GATMA denirdi. Gatma terşi denilen basit bir el aleti ile elde eğrilerek yapılırdı. Terşinin oklava gibi bir sapı, sapın ucunda ağırşak denen yarım küremsi bir kısım ve en ucunda da GAGAH- çengel- şeklinde demirden bir parça bulunuyordu. Bu terşi ile kadınlarımız çok hünerli bir şekilde yün ve kıldan Bu kırkma işi şöyle yapılırdı: Koyun veya keçi yere yan yatırılıp ayakları çaprazlama olarak iple bağlanırdı. Bir kişide hayvanı duruma göre ya başından yada bacaklarından birer ikişer tutarak kırkan adama yardım ederlerdi. Hayvanın derisine zarar vermeden kırkmak çok zor bir maharet isterdi. En usta kırkıcılar bile hayvanın derisini birkaç yerden keser kanatırlardı. Bu iş tepe aşağı iki kat olup kambur halde çalışılarak zar zor yapılan bir iştir. Kırkma işi bitince o kişi ayağa kalkıp doğrulmak için çok zorluk ve ağrı çekerek ayağa kalkabilirdi.

Yün yapağı olarak kırkılmış olurdu. Bu yapağı elle kabaca birbirinden ayrılırdı. Kirli yünün üzerinde çağıldak denen toparlak hayvan pislikleri bulunurdu. Bu çağıldaklarda yünden kırpılarak temizlenirdi. Kirli yünü kuruna götürüp birkaç kadın birlikte yurdular. Yunmuş yünleri genelde etraftaki fıraktılara ASARLADI KURUSUN DİYE. Bazende sergi denen dastar ve kilimlerde kurutulurdu. Yün kuruduğu zaman kaldırılmalı veye toplanmalıdır, yoksa birden çıkan yel yünün çoğunu üfürüp uçururdu. Yıkanan yün çuvallara doldurulup evde bir kenara kaldırılırdı.

Temizlenmiş yünler tarak denen özel bir alatte lif lif edilir dolaşıklarından ayrrılrdı Bu yünleri kadınlarımız bileğine ve koluna dolarlar, ucundan teşrinin gagağına bağlayıp terşiyi sapından çok hızlı bir şekilde döndürürlerdi. Bu döndürme işi teşrinin sapı el içi ile dizin üst kısmında baldırın üstünde yapılırdı. Terşi hızla dönerken yünü iki elinin parmaklarıyla ayarlı olarak aşağı doğru sıyrırlardı. Kıvratılan gatma çabucak terşiye sarılarak eğirme işine bitene kadar devam edilirdi. Terşiye sarılmış gatma-KATMA-yumak olarak sarılırdı. Yumak olan katmaları bazen iki yumağı tek yumak etmek için sararlardı. Bu yumaklar ihtiyaca göre bitki kök boyalarıyla kaynar suda boyanırlardı.

Bu GATMA-katma-larla neler neler yapılırdı? Çok şeyler yapılırdı: Kolan, ip, yular, çanta, kilim, dastar, çuval, çorap, eldiven, fes, kavuk, kazak, atkı ve buna benzer şeyler. Keçi ve koyunu çok olanın evinde bu konuda bolluk ve bereket olurdu. Kediler bu katmalarla oynamyı çok severler. Bizde katmadan veya yünden sara sara top yapar oynardık. Boyanmış katmalardan nakışlı çorap tokurlardı. Günümüzde bu nakışlı çorap tokuyan gittikçe azalmaktadır.
Bir gün çok dolaşmış katma yumaklarını açmak için kouluma taktılar. Dolaşık ve düğümleri açmak için uğraşıp durdular. Bir türlü dolaşığı açamadılar. Benimde canım iyice yanmış olacak ki geri kalan katmaları hepten birbirine dolaştırıp önlerine atıp ordan uzaklaştım. Bir daha bana katma açalım demediler.

ALİM AYDOĞAN 31 OCAK 2013 PERŞEMBE SAAT 20 50 İZMİR

----------------------------------------------

69.Yazı - 12 Şubat 2013
GRAMAFON

Bizim çocukluğumuzda ahalinin müzik dinleme ihtiyacını GRAMAFON denen araç giderirdi. Bir uzun başlık, ucunda iğnesi ile dönen taş pilağa değmesi ile türküler bangır bangır öterdi. Zemberekli bir alatti. Elle gramafonun kolu sık sık çevrilerek çalma işine devam edilirdi. Genelde evlerin bacalarına çıkarılıp delikanlılar tarafından topluca çalınıp etrafla birlikte zevkle dinlenirdi. Biz çocuklarda hayretle aval aval, ağzı açık ayran delisi gibi şaşkınca dinlerdik..

Bir yaz akşamı aydede ışığında büyük ağabeyimle arkadaşları Gramafon dinlerken alet çalmaz oldu. Aleti delik deşik edip sofranın ve büyük tepsinin üstüne parçaları koydular. Kendilerince parçaları yeniden yerlerine koymaya başladılar. Bir yere geldiler bir parçayı bulup takamadılar. Bizi sıkıştırdılar: -Sizmi aldınız ? diye. -Yok. dedik ama bize inanmamış olacaklar ki bizi yanlarından kovdular: -Hass.tirin gidin burdan! Deyip kovaladılar.

Orada tamirle uğraşanlardan Ayvaz Süleyman amcaların evlerinin önündeki sıkı korunan elma bahçelerine kollayarak Dede Mustafa'yla girdik. O elma ağacının başına çıktı, ben aşağıda kaldım. Ağacın başında koynunu, koltuğunu elma ile doldururken daları sallıyordu. Yere düşenleride ben topluyordum. Arada bahçe sahiplerinin evlerini kolluyorduk. Hiç sesimiz soluğumuz çıkmıyordu. Bir ara evde fener gibi bir ışık yandı ve dışarı çıtı. Dışarda ışık söndü. Bizde işimizi bitirip Fevzi Amcaların evinin önündeki çıyrık kapıdan tam çıkarken ikimizin kolundan şarp diye biri tuttu. Bana bir iki şaplattı, elinden kurtulup kaçtım tesadüfen. Dede Mustafa elinde kaldı. O da elinden kaçmış. Bizi yakalayan Hasan ÇAVUŞTU. Hiç ses çıkarmadığımız için bizi tanıyamadığını sonradan anladık. Tesadüfen Hamzaların harmanıdaki örtmede buluştuk. Elmaların çoğu biz kaçarken dökülmüştü. Biraz soluklandık. Baktık ki ağbimlerin kapısında hala gramafonu yapmak için uğraşıyorlar. Aradıkları parçayı bulamadıklarını anladık. Yavaşca yanlarına yanaştık. Bizi gördüler. -Gelin bahıym buraya! Dediler sertçe. Bizde süklüm püklüm yanlarına vardık.
-Nerde lan gramafonun çarhı? Dediler. Bizde tıs yok.
-Çabuh bulun!? Beni iteklediler. Tekerlenip yere düşerken ayağım tepsiye takıldı, tepsi ters döndü, bende yere düştüm. Aradıkları çark tepsinin altına mıknatıslı olduğu için yapışıp kalmış. Birisi:
-Aha bulduh lan! ÇARH BURDAYMIŞ! DEDİ. Biriside habu pohu siz yediniz, bah sizin başızın altından çıtı deyip tekrar bizi oradan uzaklaştırdılar.
Hocaya sormuşlar: -Tuvalette sakız çiğnenir mi? Diye. Hoca da .
-Çiğnenmesine çiğnenir ama sen yinede çiğneme, der.
-Neden? diye sorarlar. Hoca da:
-Bir gören olursa senin bok yediğini sanırlar! Demiş. Oralarda bulunmamız bize haksız yere baskı uygulatmış, suçlu olmuştuk yok yere.
ALİM 2 ŞUBAT 2013 İZMİR

----------------------------------------------

68. Yazı - 09 Şubat 2013
DEĞİRMEN

Değirmenin pendi misin / Sen benim dengim misin / Uy amman amman
Değirmende döner taşım / Sevda değil bu bir hışım / uy amman Amman

Kırıntı Köyünde hemen hemen her mahallenin bir değirmeni vardı. Benim bildiğim tek bir tane de ISTAHAN vardı köyümüzde. Değirmende un öğütülür bilindiği gibi. Isthanda ise bulgur, yarma gibi yiyeceklerin ıslatılarak dış kabukları forlatılır.

Değirmene dereden su bağlanır. Su, arkla değirmene doğru akar gelir. Üst girişi geniş, alt çıkış yeri çok dar olan sifona yığılan su, hızla çarkın dişlilerine çarpar. Çark dönmeye başlar. Çarkın bağlı olduğu mazı diklemesine yukarı uzanır ve taşın dilini döndürür. Dil ise üst taşı döndürür, sistem çalışmaya başlar. Değirmen taşının çark kısmının olduğu yer DOMUZLUK denirdi. Buğday hazinesine öğütülecek zahire konulur. Hazinenin tane çıkışı çok dar olurdu. Taneler aynı ayarda aksın diye üst taşa değerek hazine çıkışını sallayan çakçak düzeneği yapılırdı. Hızla dönen değirmen taşı unu öğüterek yörelikten unluğa akıtırdı. Biriken unlar un küreği ile çuvala doldurulurdu.

Mahalleli birbirlerini sıraya koyarak kışlık unlarını öğütürlerdi. Bir kaç gün un öğütme işi devam ederdi. Arada unu biten aileler bir iki godluk buğdayı sıra kimde olursa olsun gelip öğütürlerdi. Bu bir torbalık una KELETE denirdi. Değirmende buğday, mısır, armut kurusu ve arpa-yulaf gibi tahıllar öğütülürdü. Mısır ve ahlat kurusu öğütülürken diğer ürünlerin unu temizlendikten sonra öğütülürdü. Karışırsa hiç iyi olmazdı. Yanlış ve hatalı öğütenlere kızarlardı.

Her yıl değirmen mevsimi başlarken mahalleli değirmenin su kanalını temizler, onarılacak yerleri onarırlardı elbirliği ile. Bir de değirmen taşının dişlenmesi gerekirdi demir tarakla. Bu işin ustası ise rahmetli Hamza dayı idi. Ustalığı mükemmeldi Hamza dayının. Aşırı kilosu ve nefes darlığı vardı. Boğazından hırıltılı sesler çıkarırdı nefes alıp verirken. Bu durumlarından dolayı bir yerden bir yere çok uzun sürede giderdi.

Bir bahar günü mahalleli, değirmeni onarmaya gittik topluca. Hamza dayı da değirmen taşını dişemeye gelecekti. Millet işini bitirdi, geri dönmek istiyor ama Hamza dayı ortalarda yok. İkindi oldu. Çoğunluk Peteklik'in kıranından köye gitti. Benle bir kaç genci Sogil'in tarafından yolladılar. Gide gide gittik ki Hamza Dayı daha yeni değirmen yoluna dönmüş, kan-ter içinde nefes nefese geliyordu. Onla beraber geri dönerek değirmene gidip ona yardım ettik.

Değirmenin en hoşa giden tarafı mayalanmamış tuzsuz hamurdan yapılan değirmen paacı yapıp yemekti. Bir gece ağbimle değirmende yatarken yanımızda yaşlıca bir amcada yatıyordu. Yatmadan önce ölüden, hortlaktan ve ayıdan çokça şeyler anlattı ağbim. Amca uyudu. Ağbim gündüzde hazırladığı diken kömesine ayna koyup iple yatağın yanına düzenek kurdu. Ben ne olacağını bilmiyordum. Yaşlı amcaya heyacanla bağırdı. "Bah bah gapıya ayu gelmiş!" deyip onu sertçe dürterek uyandırdı. Uyku semesine doğrulan amca ağzı açık dona kaldı. Nutku tutulmuştu. Hiç sesi soluğu yoktu. Öylece otururken ben uyuya kalmışım.

Alim Aydoğan - İzmir - 1.2.2013

----------------------------------------------

67. Yazı - 04 Şubat 2013
FOTUN GAVURU ve GARASAAZ

Kırıntı Köyünün ilk yerlilerinden olan Rum Kökenli olan bir kabileden geriye kalan iki aile vardır. Bunlardan birine Fotun, diğerine ise Formolos derlermiş çevre köylerde. Daha doğrusu bu iki erkek ismidir o iki hane de. Halk bunlara fotun gavuru ve formolos gavuru dermiş. Bunlardan en çok ismi geçen Fotun gavurudur. Halk arasında birbirlerine kızınca seni Fotun gavuru..., şeyine Foton gavuru ...! Foremolos gavuru ağzaan ... gibi kötü küfürler ederlermiş birbirlerine.

Bu iki gavur dedikleri kişiler Kırıntı'da nerede yaşarlarmış? Kayanın önündeki çayırlara üsten aşağı bir dere geliyor. O dere ile Çanakcı-Çeküz yaylasına yukarı çıkarken ormanı geçince orada bir göze var. Bu gözeye Yılanlı Göze derler benim bildiğim. İşte tam bu gözenin olduğu yerde otururlarmış. Çetin arazi ve doğa koşullarında burada yaşarlarmış ama buralarda ne yiyip ne içerlermiş, ya da ne ekip biçerlermiş, yeya hangi zanaatla uğraşarak geçimlerini sağlarlarmış bilgim yoktur.

Bildiğim kadarıyla bu iki kişi, aileleri ile beraber çam ağaçlarından "garasaaz, gatıran ve ahunduruh" yapıp satarlarmış. Geniş bir çevrenin karasakız, katran ve akunduruk ihtiyacını karşılarlarmış.

Karasakız ve katran nasıl elde edilirmiş derseniz şöyle diyebilirim sizlere: Çam ağacının gövdesi çizilerek elde dilen zamkımsı reçinenin kapalı bir ortamda imbiklenerek damıtılmasıyla elde edilirmiş. Karasakız ve katranın rengi siyahın en koyu rengidir. Karasakız sert ve kırılgan bir kıvamdadır. Katran ise sıvı halindedir. Katran çam ağaçları kesilip işlenerek elde edildiği için çok orman tahribatı yapılmıştır.

Karasakızın kendisi bizzat insan sağlığında kullanılmıştır. Karasakızın faydaları ve kullanıldığı alan şunlardır: Kırık, çıkık, çatlak ve ağrılarında; ezik ve darbe alan şişliklerde; topuk altı dikeni-etmıkı- tedavisinde; altını ıslatan çocuklarda; bel fıtığı tedavisinde; kulunç ve şişliklerde; pöçük düşüklerinde; iman tahtası kıkırdağı batmasında, ayrıca göbek düşüklüklerinde kullanılırdı. Katran ise ahşap maddelerin sudan, nemden ve doğa koşularının olumsuz etkilerinden korunmasında kulanılırdı.

Karasakız kaput bezinin üzerine kırılarak serilir ve ateşte ısıtılarak yayıldıktan sonra deriyi yakmayacak ısıya inince ağrıyan yere yapıştırılır. Karasakız yapıştırıldığı yerde kendini bırakana kadar sarılı kalır. Çok şifalıdır bu tedavilerde. Bizzat benim pöçüğümü bununla iyi etmişlerdi. Çam reçinesinden ağda elde edilir. Çam ağdası etkin olarak kullanılmaktadır. Çamsakızının içinde kolofon ve reçine asidi bulunur. Benim çocukluğumda çam sakızını sakız olarak kullanırdık Yaygın olarak satılırdı. Bu çamsakızını ağzımızda yumuşatana kadar çenelerimiz ağrırdı.

Akunduruk ise mide ağrılarına, diş çürüğü ağrılarına, basura iyi gelir. Dişi çürük ve delik olanlar oraya çam reçinesi veya yağlı çıra parçası koyup hafifçe çiğneyip orda tutsunlar ağrı şıp diye kesilir.

Çam reçinesi sıcak suda balla karıştırılıp bir zaman aç karna içilirse mide hastalıklarını tedavi eder. Denemesi bedava. "Çamsakızı çoban armağanı" sözünü bir düşünelim ne denmek isteniyor? Ormanlarımızın çok büyük bir kısmını bu karasakız ve katran yapımı yok etmiştir.
Bir de maran yapımı var; ilerde maran yapımını sizlere yazacağımı şimdiden söyleyebilirim.

Alim Aydoğan - İzmir - 22 Ocak 2013

-----------------------------------------------

66. Yazı - 30 Ocak 2013
YUMURTA

"Yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurtadan" diye atasösü hâline gelmiş bir söz vardır çevremizde. Tavuk yumurta yapar, yumurtadan da civciv çıkar. Ama horoz tarafından döllenmiş yumurtadan CİVCİV çıkar. Döllenmemişler ise gulk tavuğun altında cılh olur, civciv olmaz. Yumurtayı tavuklar kümeste folluk dediğimiz özel yumurtlama yerine yapar. Tavuk yumurta yapmadan önce gagırayarak pinliğin etrafında bir hayli dolaşır ve sanki etrafı kolluyormuş gibi yaparak içeri girer folluğa yumurtasını yapar, sessizce çıkar gider.
Abbas dayı ve hanımının çocukları bir komşunun kümesinden yumurta çalarken yakalanırlar. Komşu bunlarla bayağı çekişir. Karı-koca da bu yüzden birbirleriyle adam akıllı kavga ederler. Aslı hala evi terk eder bir komşuya sığınır. Abbas dayı gurbete gitmek zorundadır o sıra. Aslı halayı bir türlü göremez ve gurbete gider. Aslı hala geriden şöyle bir mani düzer Abbas dayıya:
Ahlını deremedi / Yükünü düremedi / Çok uğraştı emme / Bi kere göremedi.

Aslı hala haksız olan çocuğu korumuş, çocuk da yalan yamalak babayı kandırmaya çalışmış. Abbas dayı o zaman şu veciz sözü söylemiş:
-Şimdiki çocuklar çocuk değil sanki it yumurtası.
Yumurta o devirde anneler için çok kıymetlidir. Yumurta ile annelerimiz gaz, tuz, oçkur nasdiği, kirbit, gayza, garasaaz, sabun gibi ihtiyaçlarını köye gelen çerçicilere para yerine vererek alırlardı.
Annem kışın tavuklara salgın hastalık geldiği zaman birini gel kesip de yiyelim dediğimde yukar ki gerkçeyle kestirmemişti bir tavuk. İki gün sonra hepsi ölmüştü.
Bize evlerde pek yumurta pişirilip yedirilmezdi. Biriktirip çerçilerden alış-veriş yaparlardı. Yumurta yediğimiz günü bizim için san ki bayram olurdu. O gün bize her şeyi kolay yaptırırlardı. Zilif Hala onların çocukları ile oynarken bizi kandırırdı:
-Yeri goçum yeri anan seen yumurta bişirmiş! derdi. Biz de kanardık.
Bir yaz günü annem üç yumurta pişirir bana. "Sana yumurta bişirdim get ye!" Ben de içeri girdim ki Halil Ağbimin kızı Nuray yumurtaya bir güzel yumulmuş yiyor. O yedi ben seyre daldım. Yumurta tam biterken annem içeri girdi. Baktı ki yumurtayı çocuk yiyor. Onu kovaladı:
-Seni çoşga seni! Defol bahıym. Bana da kızdı. Yeniden bana yumurta pişirdi afiyetce yedim.

Köyde gelinler büyüklerine gelinlik tutarken evde kimse yokken bir gelin kendine tavada tereyağı ile üç yumurta pişirir. Yumurtayı tam önüne alıp yemeğe başlarken kaynanasının sesi gelir. Alel-acele tavayı anbarın altına sürer. Gelin-kaynana evin içinde konuşurlarken bir kedi gelir tavadaki yumurtayı yalar-yutar. Gelin hiç ses çıkaramaz.
Ben kendim evden ve de kümesten çaldığım yumurtalarla çerçiden sıgara alarak kefçi olmuştum çok çocuk gibi.

Alim Aydoğan - 23 Ocak 2013 - İzmir

-----------------------------------------------

65. Yazı - 27 Ocak 2013
BİR YİTİK FİRTO'NUN EHMET

1927 Yılında Demiryolu Kanunu çıkarılır. Atatürk demiryolu yapımına çok önem verir. İlk önce savaş dolaysıyla tahrip olan demir yolları onarılarak ulaşım ve ekonomik bağlantılar sağlanmaya çalışılır. O dönem halktan yol parası vergisi alınır. Beş çocuğu olan vergiden muaf sayılır. Çocuk sayısı arttıkca yol vergisi miktarı orantılı olarak azalır. Vergisini veremeyenler ise belli bir süre gidip bizzat çalışırlarmış. 1940 yılına kadar bin kilometreden az olan demiryolları 3.900 km ye çıkarılır. Yolların çok büyük kısmı doğuya yapılır. Kırk yılından sonra sadece 800 küsur km demiryolu yapılabilmiştir.

1928 yılında Adana-Diyarbakır bakır hattının yapımına başlanır. Tüm olanaksızlıklara rağmen beş-altı yılda hizmete açılır. Elazığ-Diyarbakır arasında yapılan demiryolundan 1996 yılında oğlum Ergün'ün Batman'a ataması yapıldığında geçmiştim. Bu yol güzargahından otobüsle seyahat ederken demiryolu ile peralel gidiyorduk. Bazen de tren yolu için yapılmış köprülerin altından geçiyordu otobüsümüz. Böyle sekiz-on köprü geçtik sanırım. Bu köprüler harika köprülerdi. Sadece beyaza yakın yontma taştan yapılmış köprülerdi. Hepsi de kemer köprü idi. Hâlâ o köprüleri tekrar gidip göresim gelir.

İşte bu köprüler yapılırken Kırıntı Köyünden kalabalık bir usta ve amele gurubu oraya çalışmaya giderler 1928 yılında. Ustalar taş ocağından taş söker, taşları yontar ve köprüleri yaparlarmış. Çalışma devam ederken ustalar ameleleri uzaktaki gözeden taze su getirmeye yollarlarmış. Bir öğle vakti amelenin biri gözeye testi ile su getirmeye gider. Su doldururken yanına birisi yaklaşır. Ali'ye nereli olduklarını sorar. Ali, anlatır. Karaca'nın Kırıntı köyünden olduklarını söyler. Orada çalışanların isimlerini sorup tek tek öğrenir. Ustalardan şu benim emmim, şu şu dayımın oğulları, filancı da en yakın arkadaşım der. Ali, çok şaşırır, sevinir. Adam, Dönüş adında bir kadını tanıyıp tanımadığını sorar. Ali de tanıdığını söyler. Köyde falancının garısı der. Adam o garının mücahir diye bir gızı var mı der. Ali de var der.
-Peki o gızı kime gocaya verdiler?
-Falancının oğluna vediler. Biz köyden gelmeden düğününü yeni yaptılar. Gızı .iksara götürdüler.
Adam çok kızgın ve hiddetli bir şekilde hem konuşur hem de kafasını yumruklayarak oradan hızla uzaklaşır gider.
-Ben Firtonun Ehmet'im. Allah hepinizin belasını versin! Sizin...
Küfürleri sıraladıktan sonra kayıplara karışır.
Ali, ustalara olup biteni anlatır. Hemen Firtonun Ehmet'i aramaya koyulurlar. Adam az ilerde ki köprü yapımında çalışıyormuş. Oradan kaybolup yitmiş gitmiş. Bu güne kadar hâlâ ini tünü belli değildir. Karısını kaçırmışlar mı, kendi mi kaçmış kadın tam bilinmez. Köyü terk etmiş. Yıllar sonra taş köprüler yapılırken görülmüş ilk ve son defa. Karısını ve kızını tanıyorum. Kızı karısından önce öldü.
Bu olayı savaş sonrası yıkımlara bir örnek olarak anlattım.

Alim Aydoğan - 18 Ocak 2013

-----------------------------------------------

64. Yazı - 22 Ocak 2013
(Feleği Kahretmek/5 - "Çavuş'la Komutan" öyküsünün devamı)

Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-6
"Süleyman'ın Evinde"

... ve kızı babasının ölüm haberini öğrendikten sonra çok üzülür. Elinden hiç bir şey gelmediği ve kimse onu babasının yanına zorunlu olarak götüremediği için etrafına kırgındır. Büyür, serpilir. Köyün en güzel kızı olur. Annesi de köyde karısı ölen dul bir herifle evlendirilir. Kız da yapılı biriyle evlendirilir. Beş kızı ve iki oğlu olur. Ali Çavuş'un hanımı .ıymet'in ise son eşinden iki oğlu olur. Kadın ve kızın çocukları halen hepsi sağdır.

Kız .lmas kardeşi Süleyman'ı çok arzular. Onu görmek için ve de epey zaman önce ölen babasının yasına gitmek ister. Kızın annesi ve köydeki üvey kardeşi yola çıkarlar. Üvey kardeşi o yıllarda daha yeni delikanlılık çağını yaşamaktadır. Gide gide kardeşinin yaşadığı yere varırlar. Sora izleye kardeşi Süleyman'ın evini öğrenirler. Evin etrafı kerpiç duvarla çevrilidir. Avluya girmeğe korkarlar. Çünkü Süleyman'ın annesine çok kırgın ve de kızgın olduğunu bilirler. Avlunun kenarında otururlar. Ama kadınlar başını gözünü atkı denen bürünme şalıyla kapatırlar bizi tanımasınlar diye.

Süleyman'ın karısı bunları fark eder. Kim ve neci olduklarını sorup soruşturur. Köyden gelenler de kaçamak açıklamalar yaparak kendilerini tanıtmazlar. Kadın onlara yem-yiyecek getirir karınlarını doyurur. Süleyman, akşam eve gelir, avludan içeri girerken onları fark eder. Evine girer. Hanımına avlunun arkasındakileri sorar. Kadın tanımadığını ve epey zamandır orda olduklarını söyler. Karınlarını doyurdum ama gitmediler. Ben de anlayamadım. Hem de karılar başını-gözünü hep kapatıyorlar, der. Bu arada bizimkiler avlunun duvarının dibinden yukarı doğrulup eve doğru dikiz edip aşağı çömelirlermiş. Süleyman karısını yollar yanlarına. Kadın gelir varın gidin buradan, herif gelir sizi döver, durmayın der. Der ama bizimkiler yine gitmezler. Akşam karanlığı basmış. Yine oradalar, arada evi dikiz etmeye devam ederler. Süleyman kızgın ve hiddetli şekilde bağıra çağıra yanlarına doğru ilerler. Anne haydiyn gaçah demeye kalmadan oğlanı yakalar, hırpalamaya başlar. Oğlan ağlarken:
-Gız .ıymet ana beni öldürüye, beni gurtar diye ağlamaya başlar.
Süleyman dururverir birden. Gider kadının başındaki atkıyı çeker açar. Ama kim olduğunu tanıyamaz. Kadın oğlunun kendini tanıdığını sanır ve ona şöyle der korkarak ve ağlarcasına:
- Aha habu gız ve havu oğlan senin gardaşların, der. Kız ve oğlan kardeşinin bacaklarına sarılırlar sen bizim abimizsin diye ağlarlar. Arzumanını çektiği kız kardeşini ve üvey erkek kardeşini nerdeyse yere bastırmaz havalarda uçurur. Annesine hiç yüz vermez. Ona .ıymetcik diye söz eder. Süleyman analık elinde ve yanında büyüdüğü için ve de ona köyde sahip çıkmadığını düşündüğü için anasına öfkelidir. Bir kaç gün sonra oradan ayrılırlar, köye gelirler. Anne ile oğlun birbirlerini son görüşleri olur.
Süleyman'ın dört oğlu var ve yaşamaktadırlar. Oğullarından birini 2012 yılının 16 Ekiminde Amasya'da tanıdım. Bu hikayenin bir kısmını ondan dinledim. Köyde anlatılanlarla anlattığı nerdeyse bire bir örtüşüyor. Süleyman'ın oğlunun adı İSMET. Köydeki amca oğlunun adı da İSMET (museyp) Bir hadise nelere mal oluyor hayatta. Çekilen acılar, hasretlikler herkesin yanına kâr kalıyor sadece.

Alim Aydoğan - İzmir

-----------------------------------------------

63. Yazı - 18 Ocak 2013
(Feleği Kahretmek/4 - "Kırgınlıklar" öyküsünün devamı)

Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-5
"Çavuşla Komutan"

Ali Çavuş, Kırıntı'ya çerçici yollayıp bilgi alır köydeki ailesiden. Beş usta ve iki ameleden aldığı bilgiler vardır. Ama hasretlik duyguları onu yer bitirir. Amcalarına ayrıca çok kızgın ve kırgındır. Köye bir gitmek ister bir gitmek istemez. Köye kaçan karısından olan kız çocuğunun çok hasretini ve arzumanını çeker. Sonradan aldığı topal karısından çocukları olmuştur üç-beş kadar. Bu arada Kırıntı'dan birine daha kavuşur.
Pirdelli Mahallesinden -Kıltı Gülem dediğimiz kadının kocası- bir genç askere gider jandarma olarak. Bu genç de iri yapılı babayiğit biridir. Jandarmalar o dönemlerde üç yıl askerlik yapmaktadır. Asker Jandarma Çavuşu olur. Yine o devirde karakolların komutanlığını çavuşlar yapmaktadır. Çorum'un bir ilçesinin bir karakoluna komutan atanır. Komutanı olduğu köy bir mezhepten, yakınındaki köy bir başka mezheptendir. Önceki karakol komutanları alevi olan köye çok hoş davranmıyorlarmış. Yeni gelen Kırıntılı çavuş Ai Çavuş'un köyüne farklı tutum ve davranışlar içerisindedir. Ne Ali Çavuş Jandarma Komutanını tanıyor, ne de Komutan, Ali ÇAVUŞ'U tanıyor. Yerleştiği köyün muhtarı ile Ali Çavuş karakol komutanının kendi köylerine çok iyi davrandığını, hiç olmadık kadar iyi davrandığını konuşurlar aralarında. Karakol komutanını ziyaret etmeğe karar verirler. Bir gün karakola inerler. Köyde ne varsa biraz da armağan götürürler. Komutana getirdiklerini ıkına sıkına verirler. Ali Çavuş komutana şöyle sorar:
- Komutanım kusura bakmayın ama nereli olduğunu çok merak ediyorum!?
-Neden merak ediyorsun?
-Çünkü konuşmalarından seni benim asıl memleketimin oralardan sanıyorum!
-Asıl memleketin nere ki?
-Ben Karaca'nın Kırıntı köyünden gelmeyim. Macirlikte burada kaldım, der.
Komutan hiç istifini bozmaz. Kimlerden olduğunu sorar. O da Pidelli'den olduğunu söyler. Amcalarının, anne babasının kimler olduğunu da söyler. O zaman komutan Ali Çavuş'un kim olduğunu çakazlar. Fakat kendisini söylemez. Belki oyuna geliyorum, alevi olduğumu öğrenmek istiyorlardır diye. Ali Çavuş komutanın nereli olduğunu ısrarla, mülayim bir ses tonuyla tekrar rica eder. Komutan ayağa kalkar Ali Çavuş'un yanına gider, onu ayağa kaldırır Ona sıkıca ve hasretle sarılır. Omuzlarından iki eliyle kavrayıp şöyle seslenir ağlamaklı bir sesle:
-Sen benim amcam sayılırsın. Ben de Kırıntı'nın Pirdelli mehlesindenim. Amca ver elini öpeyim, der ve ellerinden şapur şupur öper soluk almadan.
Uzun süre hasbıhal olurlar. Birbiri ile çevreye çaktırmadan ilişkilerine devam ederler. Komutan köye izine geldiğinde yakınlarına Ali Çavuş'u anlatır. Kısa bir süre sonra Ali Çavuş geriden ölür. Akrabaları ölüm olayını çok gec duyarlar. Artık küyü kenti bellidir ama adam hasretlik içinde ölüp bu dünyadan ahrete intikal etmiştir. Kızı Elmas'ın hasreti onu çok perişan etmiştir. Ben olsam köye giderdim diye düşünmeyelim. Çünkü vurgun yaptığı taraf köyde en azazul kesimdendir. Ve kızı babasını...

(Devamı "Feleği Kahretmek-6" bölümünde...)

Alim Aydoğan - İzmir - 16 Ocak 2013

-----------------------------------------------

62. Yazı - 16 Ocak 2013
(Feleği Kahretmek/3 - "Ben Ali Çavuş" öyküsünün devamı)

Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-4
"Kırgınlıklar"

Bu arada önemli bir gelişme olur. Ali Çavuşların Kırıntılı karısı yanların da gelip yatan ustalar konuşurken üç dört köy ötede bizim köyden ustaların çalıştığını dinler. Bir gün kocası işe gidince yanına on yaşlarında olan oğlu Süleyman ve yeni doğmuş kızı Elmas'ı da alarak evden kaçar. Ustaların bulunduğu köye ulaşırlar. Fakat orada bizden çalışan ustaların işini bitirip gitmiş olduklarını öğrenir. Canı sıkılır. Geride gitmesi mümkün değildir artık. Oradakiler yakın bir köyde Şeyran'dan çalışan ustaların olduğunu söylerler. Kadını çocuklarıyla o köye götürürler. Ustalararın işi bitmek üzeredir. Kadına sahip çıkarlar. Sen bizim bacımızsın derler. Alır Kırıntı'ya kadar getirip ailesine teslim ederler.

Kocasının kardeşleri kadının geri gelmesinden pek hoşlanmamışlar. Kısa zamanda kadını dışlamışlar. Kadın aslında sütten temiz ve namusludur. On bir yaşındaki Süleyman'ı esas istemezler. İrdelemeye ditmeye başlarlar. Asıl gayeleri tarlaları, ev, merek, harman ve bostan gibi yerleri ilerde bölüp elimizden alır diye aşırı huzursuz ve rahatsız ederler. Annesine annesinin tarafı da çok yardımcı olmazlar.
Süleyman'ı resmen kapı dışarı eder köyden kovarlar. O da babasının yanına gider. Bir daha Kırıntı'ya o da hiç dönmez babası Ali Çavuş gibi.
Annesi , kızı Elmas'la köyde kalır. Pek elinden tutanı olmadığı için kısa süre sonra köyden birsiyle evlendirilir. Son kocasının karısı ölmüş, bir oğlu kalmıştır. Kadın bu çocuğu sevmiş ve kendi çocuğu gibi bakıp büyütmüştür. Kendi kızı Elmas da yanlarında büyümüştür. Yeni kocasından iki oğlu olmuştur.
Yıllar yılları kovalar. Ali Çavuş ölür. Az da olsa haberleşme imkanları olmuş olduğu için ölüm olayını haber alırlar. Giresun'da göç olarak durdukları bir zamanda kardeşi yağmurdan sırılsıklam içeri girer. Oğlu İsmet de -musayip- bir amcasının olduğunu ölüm haberi gelince yeni öğrenmiştir. Babası içeri girince İsmet babasına şöyle der:
-Baba bizim bir amcamız daha varmış da bize niye demedin? Babası, bu sözleri duyunca dizlerine iki eliyle vurarak:
-Kardeşim Ali Çavuş ölmüş! diye ağlamaya başlamış.
Üstünü değiştirip hiç yemek yemeden evden çıkıp ağlayarak Çorum'un yolunu tutmuş. Bir aya yakın orada kalmış. Köyden de akrabaları Çorum'a yasa gitmişler. Oğlu Süleyman pek sıcak ve samimi davranmamış haklı olarak. Ali Çavuş'un Süleyman'dan dört oğlu, topal hanımından da epey çocukları olmuş. Bu dört oğlandan birinin adı İsmet Çalışkan'dır. Onu bu yıl tanıdım. Babasına yapılanlardan dolayı bayağı kırgın ve küskün Kırıntı'ya. En çok da dedesinin hanımına kızgın, babasına sahip çıkamadığı için.
Bu yaşanmış hikayede noksan ve yanlış anlatımlar olabilir, hoş görüle. Amacımız kimseyi incitmek değildir.

(Devamı "Feleği Kahretmek-5" bölümünde...)

Alim Aydoğan - Çekmeköy - İst.

-----------------------------------------------

61. Yazı - 13 Ocak 2013
(Feleği Kahretmek/2 - "Çerçicilerle Köyden Haber Almak" öyküsünün devamı)

Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-3
"Ben Ali Çavuş"

Bu asker kaçağı delikanlı artık kırklarına dayanmıştır. Hasret ve sıla özleminden dolayı ruhen ve morelmen çok çok yıpranmış durumdadır. Ailesini özlemeyi bir kenara bırakın Kırıntı'dan birini görmeyi çok arzular ve ister. Hanımı varlıklı topal bir kadın alınca onu bırakmak, başını alıp çekip gitmek ister. Ama nasıl gitsin? Yol bilmez, iz bilmez. Kadın başına biçare kaderine razı bir durumda bekler. Çocuğu on bir yaşına ulaşmıştır. Bir mucizevi olay olur o günlerde.

Köyden üç usta, iki çocuk yaşta amele ve bir de mütahitlik yapan toplam altı Kırıntılı Çorum'un kuzey batı tarafında bir ilkokul alır yaparlar. İşleri bitince yürüyerek Kırıntı'ya doğru yola koyulurlar. Düz bir arazide ilerlerler. İki genç on dört, on beş yaşlarındadır. Yolda azıp koşarak ustalardan bir hayli ilerlerler. Şakalaşırken biri ötekinin ensesine usturuplu bir şaplak atar, darbe yiyen yere düşer. Tam bu olay şeker fabrikasının önünde olur. Resmî giyimli babayiğit birisi onları yanına çağırır kızarak. Korkarak yanına gider hizaya dururlar. Neden ona vurdun diye ötekine kızar. Kulağını çeker ve sorar:
-Nerelisiniz?
-Şeyran'lıyız.
-Hangi köyündesiniz? diye heyecanla sorar. Gençler Kırıntılı olduklarını saklamak için biri Paltuçuhur'danuh, öteki ise Gayanunönü&'ndenüh der. Arkadan ustalar olayın olduğu yere yanaşmışlar. Adamın yanına gelir çocukların bir kabahat mı işlediklerini sorarlar. Ustalar, yok bir suçları yok der. Ama bunların biri Paltuçukur'dan, biri Kayanınönü&'ndenmiş der ve onlara dönüp sorar:
-Siz Şiran'ın hangi köyündensiniz tek tek söyleyin bakalım? der sertçe. Ben Gorzaf'ta askerliğimi yaptım, ona göre çabuk köylerinizi tek tek söyleyin!

Bizimkikiler, biri Aşagersit'tenim, biri Kirazmaşat'tanım, ötekide ben Harmancuk'tanım der. Adam artık dayanamaz. Aniden ustalardan birini kucakladığı gibi havaya kaldırır ve avazının çıktığı kadar bağırır:
-Ben de Kuzuluk'tanım!!!! Durumu anlar ustalar ama yine de içlerinde bir korku vardır. Adam ustalara kendini tanıtır:
- Ben ALİ ÇAVUŞ der. Filancının oğluyum, filan filan benim kardeşlerim, şunlar amcalarım der.
Onları zorla evine götürür. Hem ağlar, hem yiyip içerken sabaha kadar köyden konuşurlar. Ali Çavuş vurgun olayını, kaçışlarını uzun uzadıya anlatır ustalara. Bir kaç gün bunları bırakmaz çok güzel ağırlar ustaları. Onlara hediyeler verip uğurlar ağlayarak. Allahına şükreder köyünden birilerini görmeyi nasip eylediği için. Bizim ustalar köye gelirler ve Ali Çavuş'un ailesine durumu aktarırlar. Çorum'un falan kazasının falancı köyünde diye. Ailesini bir heyacan sarar. Apar topar yanına gitmek için hazırlığa başlarlar ama başka bir gelişme olur...

(Devamı "Feleği Kahretmek-4" bölümünde...)

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 4 Ocak 2013

----------------------------------------------

60. Yazı - 08 Ocak 2013
(Feleği Kahretmek/1 - Askerin İntikamı öyküsünün devamı)

Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-2
"Çerçicilerle Köyden Haber Almak"

Alıp başını giden asker, asker kaçağı olmayı göze alır, yiter gider. Sanırım komutanı durumu anlar ve tezkeresini zamanı geldiğinde arkasından yollar. O da asker kaçağı olmaktan kurtarır. Gide gide bir yerlere gider ve en sonunda bir yere yerleşir. Çok güçlü kuvvetli ve insan azmanı bir vücut yapısına sahiptir. Gel zaman git zaman çevre edinir. Herkes ona saygı duyar, kimse kılına, malına zarar veremez olur. Hiç bir haksızlığa meydan vermez. Konu komşuya, şuna buna yanlışlık yapanları cezalandırmaya başlar. Herkes ondan korkar. Onun bilgisi olmadan önemli bir konuya karışmaz, hüküm yürütmez hiç kimse. Bu arada çok fazla tarla sahibi olur. Çevrenin en zengini olur. Çok tarlası, bağı-bahçesi olan topal bir kadınla evlenir. Varlığının asıl mayasını buradan edinir. Daha sonra çevrede bulunan şeker fabrikasına işe alırlar. Resmi elbiseli bir iştir bu iş. Ama aklı hep köyündedir. Anneme, babama, kardeşlerime, bacılarıma bir şey yaptılar mı diye. O devire bu günkü gibi haberleşme ve ulaşım kolaylığı olmadığı için hiç bir haber alamaz. Patlayacak hâle gelir. Bir yandan da kendini koruma adına kim olduğunu tanımadığı insanlardan saklar.

Aradan yıllar geçer. Köyünü, eşinini, dostunu, arkadaşlarını, dağı taşı özlemiştir. Hasretlikten içi cayır cayır yanmaktadır. Bir haber alayım diye iki çerçici dostunu Şiran'a gönderir. Ailesinden bilgi almak için. O iki kişi çerçi mallarını sata sata akşam karanlığı basarken Kırıntı'ya gelirler. Bir fırında kadınlar ekmek pişirmektedirler. Misafirlik isterler kadınlardan ama kocaları evde olmadığı için misafir etmek istemezler çerçicileri. Bir çakır gözlü kadına:

-Çakır Bacı ne olursun bize hiç olmazsa iki çul verinde habu fırında yatalım, diye yalvarırlar. Kadın kendisine Çakır Bacı diyen adamlardan şüphelenir.
-Nerelisiniz siz? diye sorar.
Onlar, Çorumlu olduğunu söylerler. Bu kadın kaçıp giden askerin yakın bir akrabasıdır. Eve bunları misafir eder. Kocası eve gelir. Kadın kayıp askerin yakınlarını evine çağırır. Çerçilere durumu anlatır. Belki onların taraflara gitmiştir diye. Çerçiciler de Allahtan aramaktadır böyle bir ortamı. Sülalesinde alabildiği kadar bilgi toplarlar. Ailede fazla bir kayıp olmadığını anlarlar.
-Biz böyle birine rastlarsak sizden bahsederiz, derler çerçiciler.
Köyden ayrılıp Çalgan'a giderler. Bu çerçiciler yürüme geldiği gibi yine yürüyerek dönerler Çorum'a. Bu geliş-gidiş yolculuğu tam dört ay sürer. Geri gittiklerinde çerçiler gördüklerini, duyup işittiklerini, ailesinde olup bitenleri asker kaçağına tefaruatlıca anlatırlar.

Adamın aldığı bilgiler çok sevindirici ve olumludur. Buna rağmen köy diye yanmaktadır. Anne-baba ve kardeşlerinin hasretiyle yanmaktadır. Köye gitmek için can atar ama gidersem yarayı kaşımış olurum diye gitmez. Aileme, kardeşlerime kötülük yaparlar diye gitmez.
Bu arada şunu da ilave edeyim: Köyden kaçarken köyü jandarmalar bastığında bu askerin karısı da annesiyle anlaştığı gibi Aşığın Pınarı'na gelir. Onu da alıp sırra kadem basar gider. Uzunca bir zaman sonra bir erkek çocukları olur. Ve sonra...

(Devamı "Feleği Kahretmek-3" bölümünde...)

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 5 Ocak 2103

-----------------------------------------------

59.Yazı - 07 Ocak 2013
Yazı Dizisi- FELEĞİ KAHRETMEK/1
"Askerin İntikamı"

1911 BALKAN Savaşları başlar. Düşman İzmir'e dökülüp Cumhuriyetin kuruluşunun bir kaç yıl sonrasına kadar süren savaşlar boyunca askerlik yapanlar uzun yıllar askerlik yapmıştır. Çoğunluğu geri dönememiştir ne yazık ki. Kulaklarımla duyup işttiğim sözler vardı büyüklerimizden: Bir keresinde YÜZ BEŞ kişİ köyden askere gitmiş, üç kişi geri sağ-selim gelmiş, Bir defa da yüz iki genç askere gitmiş üçü gazi, sekiz kişi geri gelebilmiş. Ve bu durum her askere celpte aynen devam etmiş. Uzun süreli, ne zaman tezkere alacağı belli olmadan askerde kalmışlar. Çok şehit ve kayıp vardır. İni tünü belli olmayanlar çok fazladır. Ama bu arada asker kaçağı olanlarda vardır. Geride bu kaçaklar ahlak dışı işler yapmışlardır. Bunların yaptığı bir olaydan bahsedeceğim. İlgili taraflar ve eski büyüklerimiz bu olayı çok derinlemesine biliyolardı, zaman zaman hüzünlü bir şekilde dertlice anlatırlardı. Ben burada isim vermeden olayı bir hikaye gibi anlatacağım. Bu karı-kocadan olma oğul, kız ve torunları, akrabaları yaşamaktadır.

Cumhuriyet kurulur. Sağ kalanlar aceleyle Kırıntı'ya gelirler. Uzun süreli askerlik yapma iş devam etmektedir. Bir yakışıklı çok kalıplı babayiğitle güzel mi güzel sarışına yakın bir kız evlendirilirler. İki genç birbirini delicesine sevmektedirler. Oğlanın adı o zaman köyde çok yaygın olan isimlerden biridir, kızınki ise çok az bulunan bir isimdir. Erkek askere gider. Geride kalan eşine birisi ilişmek ister, sarkıntılık yaparlar. Nasıl ulaştırdıkları belli değil ama askerde ki oğlana bir mektup yazar yolarlar. Oğlan, mektubu komutanına verir. Komutanı okur ve şöyle der ona:
- Bak seni köyüne göndereceğim. Sana silah ve para da vereceğim. Git o ırz düşmanını temizle gel. Yakalanırsan firarını veririm, yakalanmadan gelirsen seni burada askerde gösteririm.

Asker delikanlı köye gelir. Sofugilin kıranda iki-üç gün gizlenir. Karısına ilişmek isteyen kişinin can ciğer arkadaşı ile bir gece buluşur ve durumu sorup öğrenir. Onu korkutup yıldırır. Karısına bulaşmak isteyen adamınan filancı yere şu günü şu saatte geleceksiniz der. Kendisi su deposundan, yoğurt taşından yayla yoluna doğru devam edip deredeki gözenin oraya gidip saklanır büyük bir taşın arkasına. O zaman göze olan yere hemen derenin kenarına hayrına çeşme yaptırır birisi. Karısına ilişenle arkadaşı oraya varırlar Adamın haberi yoktur başına ne geleceğinden, ona pususu kurulduğundan. Alınan o adamı oraya getiren kişi gözeye su içmeye gider gelir. Sonra kadına ilişmek isteyen gözeye gider eğilip suyunu içer, tam doğrulurken asker delikanlı onu alnının ortasından vurur. Adam oracıkta ölür. Arkadaşı gidip köye söyler olayı ama kimin vurduğunu bilmediğini, vuranın kaçtığını söyler.

Asker delikanlı gidip sığınağın başına saklanır bir kaç gün. Bilmek istediği şey köye kendisini aramaya jandarma gelip gelmediğini izlemektir. Bu arada annesi ile nasıl kurmuşsa irtibat kurar. Annesi ona yiyecek ve elbise getirir. Üçüncü günü sabahleyin köyü jandarma basar. Bu olaydan sonra vurgun olan yere KAÇAĞIN DERE, saklandığı yere ise SIĞNAK (sığınak) denir. Köyü jandarma basınca AŞIK'IN Pınarına gider, oradan Haşhaş köyünden o gidiş gider. Nere gittiğini kimse bilmez. Ta ki...

(Devamı "Feleği Kahretmek-2" bölümünde...)

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 4 OCAK 2013

----------------------------------------------

58. Yazı - 01 Ocak 2013
KÖYÜMÜZDE KIZ İSTEMEK, EVLENMEK

Bir zamanlar köyümüz ve çevrede kız isteme çok az olurmuş delikanlılar arasında. Daha çok aileler arasında gerçekleşirmiş kız isteyip oğullarıyla evlendirme işi. Gizliden gizliye birbirlerine sevdalananlar olurmuş elbette. Bu sevdalıları bilmeyen kalmazmış köyde ama çoğu kişi bilmemezlikten gelirmiş. Aileler kız alıp vermek için resmen ya kendi hısım-akrabalarını seçer yada varlıklı evleri-aileleri seçer kızlarını onlara verirlermiş. Hatta bir kısım aileler oğularına hep tarlası bostanı çok olan aileleri seçerlermiş. Bazı sülaler de oğularına bir evin bir kızı olursa onu alırlarmış tarla bostan kapmak için. Şimdiki zamanlarda bile hep duyarım: O tarla anamdan kalma, oradan kimseye vermem. O bostan benim anamın, gibi

Varlıklı ve sözüm ona hatırı sayılır aileler arasında bir kaç olumsuz olaylar olup çok kötü sonuçlanmıştır. Ben kızımı dayımın, bacımın, bibimin,halamın oğlundan başkasına vermem gibi diretmeler çok olmuş. Kız ve oğlanlar köyün içinde birbirlerini görüp tanıdıkları halde bir nevi görücü usulüyle evlenmeler olurmuş. Kızının gönlünün başka bir delikanlıya olduğunu bilen aileler bile, zorunan kızlarını gönülsüz gönülsüz verirlermiş. Sırf buna benzer sebeplerden dolayı en az iki kız kendini asmıştır. Bir kızımız da hala kayıptır. İstemiyerek verilmek istendiği oğlanı almamak için kaçıp sırra kadem basmıştır. Bir arada moda olmuş kızlarını tahsildarlık yapanlara vermek.

Yanlış yaptırılan evliklerden sonra çok olumsuz, sevgisiz ortamlar oluşabilmiştir.

Bu tip kötü olaylardan sonra zamanla kızlarını istediği oğlana vermeye başlar sülaleler. Yine de eski dar kafalılar çoğunluktadır. Kızlar istediği delikanlılara kaçmaya başlarlar. Kız kaçırmalar çoğalır. Bu arada zorla kız kaçırmalar çoğalır. Güçlü ve baskın aileler sindirilmiş ailelere kızı kaptırmak istemedikleri için başkasına gönlü olan kızları zorla oğullarına kaçırırlarmış. Hatta fakir ve arkasız bir oğlan güzel bir kızı kendine yandırırsa onuda çekemezlermiş. Baskı yaparlarmış. Sen kim oluyorsun da o kızı istiyorsun gibilerden. O kızı o oğlanın elinden alırlarmış. Buna rağmen mert ve cesur kızlar hep sevdikleri oğlanlara kaçmışlar. Kızlar erkeklerden daha çok sözlerinde dururlar, sevgilerine sahip çıkarlar. Onları kutluyorum buradan. Bizde nişanlanan kızın dini nikahı kıyıldığı andan itibaren o oğlanın helallisi sayılıyordu. Durum böyle olmasına rağmen nişanlı kızlardan da sevdiğine kaçanlar olmuş. Hatta nişanlanacağı gün ve gece sevdalısına kaçanlar olmuş.

Gele gele bu günlere geldik. Kimse kızını artık istemediği birine vermiyor, veremiyor. Kızlarımızın bu zorlu başarılarını hep beraber kutlayalım. YAŞASIN GERÇEK SEVGİ VE SEVDA.

Alim Aydoğan - Çekmeköy

-----------------------------------------------

57. Yazı -26 Aralık 2012
İZZET ÖZTÜRK ANISINA

Bir sabah televizyonda eşim ve kızımla sağlık konulu bir program izliyorduk. Sağlık konusu kol-bacak ile ellerdeki ağrı ve sızılardı. Yaşlı bir hanımı ortaya aldılar. Örnek olarak konuşturuyorlardı. Hanım dertlerini sayıp döküyordu nazlanarak, kendine acındırarak. Doktor bir ara şöyle sordu hanıma:
-Bu hastalığa, bu ağrı ve sızılara ne zaman yakalandın, ağrıların başlayalı ne kadar oldu?
-Hiç bir şeyim, ağrım sızım yoktu, dedi hanım. Beyimi kaybettikten sonra başladı.
Bu cevabı verirken bana göre aşarı derecede mızmızlanarak konuşmuştu. Kadın sanki eşine veya çocuklarına nazlanırcasına konuşuyormuş gibi devam ediyordu. Bizimkiler kadına acımaya başlamışlardı.
-Allah adamı elden ayağa komadan emanetini alsın! diye dua edercesine acımaklı konuşuyorlardı.
Bana bakarak şöyle diyorlardı:
-Hoca kadına bak, görüyor musun ne hale gelmiş? Kocası da ölmüş. Kim bakar bu kadına?
Ben de muziplik olsun babından şöyle söylendim:
-İyi ki adam ölüp gitmiş, yakasını kurtarmış. Kim uğraşacak bu sızılı ve mızmız kadınla. Ne güzel olmuş, böyle kadınla daha hayat mı geçirebilir insan!
Hanım ciddi sandı önce bu söylediklerimi. Biraz sonra o da espiriyi anladı.

Her şey bir yana ölüm gerçek. Ondan kurtuluş yok. Ölüm kaşla göz arası ya da bir nefes kadar çok yakın her faniye. Önemli olan sağlık, mutlu, insanca yaşamaktır. Ülkemizde böyle yaşamak oldukça zor. Ama yine de olanaklarımız ölçüsünde mutluluğu yakalayabiliriz.

Epey zaman önce bende ölümden çok korkardım. Aklıma bayağı takılırdı. Bazen ölüm nasıl oluyor acaba diye merak içinde olurdum. Bir gün baktım ki, köyümüzün yaşlı kocamanları bir araya gelmiş ölüm konusunu konuşuyor. Pür dikkat onları dinliyordum. Bu konuda konuştukça konuştular. İçlerinden sanırım en yaşlı olanı, konuyu şöyle bağladı özet olarak:
-Ölümden niye gorhalım ki? Bir gün gelip çatacah. Allah verdiği canı verdiği gibi alacah mı he? Hepimiz Allaha gavuşmah isdemirik mi, isdirik deel mi? Ölüm demek Yaradana gavuşmah ölee deelmi dostlar. Ölümde gorhan günahından gorhsun. Allah amanatini bu günde alsın, yarın da alsın, diyip sözlerini şöyle bitirdi ve dağıldılar:
-Hem bizim yolumuzda öldü denmez HAKKA YÜRÜDÜ denir.

Kırıntı'nın akılda kalacak isimlerinden İzzet Öztürk öldü. Kış şartlarından dolayı cenazesine gidilemedi. Onun yaşam mücadelesini hepimiz az çok biliyoruz. Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun. Bu yazı onun ruhuna ithaf olunur.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 25 Aralık 2012 - Saat 17:00

-----------------------------------------------

56. Yazı -25 Aralık 2012
KIRINTILI YA DA ALEVİ OLMANIN ZORLUĞU

Rahmetli Cemal ağbim Şiran'da Ortaokulu dışardan okurken ona kerpiçten yapılmış külüstür bir ev tutulmuştu. Evde kalıyordu. Çoğu zaman köyden yiyecek takviyesi yapılıyordu. Ağbim, kayıtsız olarak sınıflara ders dinlemeğe giriyordu, öğretmenleri idare ediyordu bu durumu. Küptülemeyi hiç sevmediği için ta devrin başbakanı Adnan MENDERES'in huzuruna çıkıp okumak istediğini ve kendisine okuyunca iş verilip verilmeceğini söyler. Başbakan ağbimi teşvik eder ve "Sen oku da gel iş benden" der. Ağbimi bilmeyenler için yazıyorum: Kendisinin doğuştan iki bacağı yoktu. Kırıntı köyünde Yüksek okulu ilk bitiren kişidir.

Bir Perşembe günü annem biraz yiyecek tedarikleyip benimle ağbime yolladılar. Yiyecekleri alıp ağbimin evinin kapısına vardım. Evde yoktu. Bekledim bekledim eve gelmedi ağbim. İkindi ezanı okunduğunda geldi. Yiyecekleri içeri koyup yanından ayrıldım. Bana haşlık verdi biraz. Geldim meyve satılan yere. Sergiciden üzüm alırken yanıma iki yaşlı adam geldi. Bana şöyle dediler:
-Ula velet sen hangi köydensin he?
-Sarıcalıyım, dedim hemencik.
Birbirinin yüzüne baktılar şaşkın şaşkın. Adamlar Sarıcalıymış meğer.
-Bizim köyden kimlerdensin? gibi laflar etmeye başlamışlardı ki ben oradan üzümü almadan çoktan sıvışmıştım bile.

Adamlar arkamdan baka kaldılar, ne olduğunu anlayamadılar. Niye böyle cevap vermiştim? Kırıntı'lıydım, alevi olduğumu anlarlar diye korkuyordum. Tam faka basmıştım. Fırından ekmek aldım. Köyün yolunu tuttum. Şiran'da köyden kimse kalmamıştı. Yaya gelmiştim, yaya olarak hızla köye hareket ettim. Koşarak hiç durmadan köye geldim ama zifiri karanlık olmuştu.

*
1980'li yıllar. Alucra'da arabaya bindik köye doğru gidiyoruz. Yandaki koltuktaki kadın bizim hanıma:
-Nerelüsün, hangi köydensün? diye sordu.
Hanım:
-Civrişon'luyum, dedi.
-Haov köyün yuharısında Gırıntı var bili misin?
-Ey he, bilirim.
-O köyün erkekleri sünnet olmimiş he?
Fadik birden sinirlenerek:
-Gız garı gördünde mi bilisin, dedi.
Şoföre yakın oturuyorduk. Şoför de kadının sözlerini duyduğu için kadını adam akıllı payladı.
Fadik, kelimelere bastıra bastıra:
-Biz Kırıntılıyız, varmı bi diyeceğin, dedi.
Kadın çok pişman oldu. Yol boyunda konu kapandı. Fadik'le arabada bacılık oldular. Samsun'da hayli bir zaman birbirlerine gidip geldiler.
*
İnanç, mezhep konusunda hâlâ böyle olumsuz davranan kaba insanlar oluyor ne yazık ki. Hepimizin yaradanı aynı. Kardeşiz hepimiz. Bu ayırım ve ayrılıklara hiç gerek yoktur. İnsanlığını bilen herkes saygıya layıktır.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 23 Aralık 2012

-----------------------------------------------

55. Yazı -22 Aralık 2012
KAPLUMBAĞA

Kaplumbağayı hepimiz biliriz. Dışı sert kabuklu,iç organları yumuşak dokulardan oluşmuş bir yapıya sahiptir. Çok uzun yıllar yaşam sürdürür. Yaşayabilenlerinin ömrünün üç yüz yıl olduğu bilinmektedir. Görüle bilen kısımları dış kabuğu, iki önde iki arkada olmak üzere dört ayağı, arkada küçücük kuyruk denebilecek çıkıntısı ve başı bulunur. Kuyruk denebilecek kısımda dişkılama ve üreme organları bulunur.

Köyümüzün kırsalında hemen herkes en az bir kez kaplumbağa görmüştür. Hiç ummadığınız biranda karşınıza çıkar. Zor şartlarda yaşamlarını idame ettirmede yaradılıştan hünerlidirler. Çok sulak yerleri sevmezler. Umamadığımız kadar zor arazilerde önümüze çıkarlar İnsanı veya bir tehlikeyi hissedince organlarını sert kabuğunun içine çeker ve tehlike geçene kadar öylece kalırlar. Otların, en çokta gevenlerin altında saklanmayı sever.

Biz çocukken çok büyük kaplumbağalar yakardık. Kaplumbağanın sırtına binerdik. Bizi alır götürürdüler. Çok hoşumuza giderdi bu durum. Bizden büyük ağbilerimiz ise bize çok kızarlardı. Kimsenin bu hayvanlara zara verdiğini görmedim.

Bunlara en çok zarar veren hayvanlar sincap, gelincik, keme gibi kemirici küçük hayvanlardır. Bu kemirici hayvanlar kaplumbağanın ön ve arka tarafından kemirerek içini boşaltıp kaplumbağayı öldüğrürler. Birde sırt üstü düştüklerinde dönemezlerse ölürler ve içlerini böcek ve sinekler boşaltırlar. Süleyman Hoca ile Paltuçukurun yamacında sırt üstü düşmüş bir kaplumbağayı dönderip slıverdik.

Bin dokuz yüz altmış dört yılın da Emirdağda öğretmenlik yaptığım köye giderken çok gürültülü bir ses duydum. Baktımki iki kaplumbağa çiftleşiyor. Çok şaşırmıştım bu olaya.

2010 yılında yaylada tek başımayım. Gündüz hava sıcak Dereye indim. Baktımki oturak yerinde bir küçük kaplumbağa. Aldım yaylanın kapısına getirdim. Baktım kaçıyor. Onu naylon leğenin içine koydum. Önüne ot, maydanoz ve lahana bıraktım. Yiyeceklere hiç bakmadı. Leğenden çıkmaya çalışıyordu var gücüyle. Alıp bulduğum yere götürüp bıraktım.

Yukarı Çiçekli Çayır ile TUĞ Kıranı arasında küçük bir elma büyükklüğnde minnacık bir kaplumbağa buldum. ALdIM ELİME SEVE SEVE Tuğ Kıranına geldimki piknikcİler eğleniyorlar. İsmi lağzım değil birisi onu alıp sevdi. Bana ver İST’A götürüp onu büyüteyim dedi. Verdim. Ben oradan yaylaya geçtim. Sonra kendisinden öğrendim ki kaplumbağayı Tuğ kıranın bırakmış. Orada hayvan inşallah yaşamını idamae ettiriyordur. Ben Biraz sevip bulduğum yere götürüp bırakacktım. Niçin o kişiye verdim diye kendimi suçlsrım. Ya hayvanın başına bir şey gelipte ölmüşse sorumlusu benim diyorum. Affola.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 17 Aralık 2012

-----------------------------------------------

54. Yazı -18 Aralık 2012
KÖYÜMÜN SON DURUMU 2012

Yazın köy kalabalıkken herkes köyün sorunları ile son derece ilgili ve de bilgiliymiş gibi bol kesden savurmaktalar. Mangalda kimse kül bırakmıyor. Özellikle madencilerle ilgili atıp kesmekte herkes. İki kişinin sözü aynı dereye akmıyor. Sana bana hak verir gibi olsak da o kişinin veya topluluğun yanından ayrıldığımızda her fikre muhalefet ediyoruz. Yapılacak olumlu işlere de her nedense karşı geliyoruz. Köyümün ve köylünün yararına olan fikir ve yardı ve desteklere de hemencik karşı geliyoruz. Herkes kendini çok akıllı görüyor. Her ferdimiz hep farklı düşünce tavırlar tavırlar içideyiz. Bakalım bu yıl neler olmuş?

Maden için ruhsat alınmış. Arıyorlar, araştırıyorlar, sondaj yapıyorlar. Hiç olmasalar ne kadar güzel. Ama arazimizdeler. Yayla yoluna harfiyat döküp yolları yapıyorlardı. Yolların yapılmasını köy yönetiminde olanların hepsi biliyor. Üstelik yapılması için madencilerle diyalog içindeydiler. Kimileri karşı gelmişler. İlgililer para yiyor diye. Ve yolların bozuk yerlerinin yapılması durdu. Ne oldu madenciler durdu mu, gittiler mi?

Köyün içme suyu kaynaklarında en az beko çalışarak su çıkarıp şebekeye bağlayacaktı. Bana para yedi onları çalıştırıyor derler diye bu işi de yaptırmadılar. Ne oldu? Köyde herkes su yüzünden birbiriyle zaman zaman uğraşıyor.

Köyümüze gelip bizzat çalışanlar işçiler veya ücretli çalışan görevliler. Bazıları, ekmek parası için çalışan bu işçilere olmadık hakaret ve küfürler ediyorlar. Baskı yapılacaksa maden şirketi yönetimine yapılmalı. Kimse gidip onlara hakaret edebiliyor mu? Hayır. Çok bağırıp çağıranlar onların yanına gelince sus-pus oluyorlar. Hatta yiyip içiyorlar. İkili davranışlar hiç hoş değil. Onlara karşı geleceksek işletme ve araştırma şartlarına, sağlık kurallarına uymadıkları durumlarda ilgili kişi ve yöneticilerle bilinçli ve haklı olarak yapmalıyız. Bunu devletin ilgili kurumlarıyla yapmalıyız.

Köyün iki tarafına yapılması planmış göletler için arazide araştırma ve sondaj çalışmaları yaptılar aylarca. Kimse gidip ne yapıyorsunuz burada demedi. Onların dere boyunda ve ormanda devirdiği ağaçları hemen mal bulmuş mağrubi gibi iç ettiler. Sonra falan filan… Sofugilin arkada yapılacak gölet alanı içinin altında kalacak su borularını biz yapmayız siz yapın diyorlarmış. Bunu biz neden yapalım diyen bir yönetim ve anlayış yok. Sahipsiz köyüm benim. Köyden gidince herkes konuyu köyünü unutuyor. Az da olsa unutmayıp devamlı ilgilenenlere saygılarımı sunarım.

Köy her yıl daha da ıssızlanıyor kışları. Bekçi tutalım diyenler çoğalıyor gittikçe. Benim nacizane bir fikrim var: Köye mobese sistemi kurulmalı bence kış aylarında. Bu ön fikir. Araştırılıp ekonomik şartları oluşturulmalı diyorum. Köydeki kedi ve köpekler aç-susuzlar. Gençlik yardımcı oluyor. Bazı aileler de yardımcı oluyor ama yeterli değil. Yönetimler ve halkın çoğunluğunu bu konuya eğilmeye çözümlemeye davet ediyorum.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 17 Aralık 2012

----------------------------------------------
53. Yazı -16 Aralık 2012
TURNA KUŞU

2012 yılı Mayıs Ayı sonları. Yağmurlu havaların sonunda toprak kokan güneşli bir gün. Tam gezme havası. Silahımı, girebimi, bekçi düdüğümü, avcı bıçağımı aldım yanıma. Biraz da azık aldım. Mantar toplayıp koymak için de bir poşet alıp yola koyuldum.
Rast gele dedim kendime. Haydi hayırlısı. Genelde tek başıma dolaşırım. Çok kişiye hadi gidelim derim, ama yalnız başıma gezer dururum hep. Tek gezmenin yanlışları, riskleri var ama iyi tarafları çok daha baskın bence. Yalnız gezince insan çok çok özgür dolaşıyor her yeri. Gerzerken bir mıntıkayı hep değişik kısım ve yerlerden gider veya gelirim. Bugün de öyle oldu.

Çakırgilden Kurolutan Yamaçayıra indim.Yamaçayırın aşağısında Büyükdere yatağında suyun kayaları oyduğu küçük bir şelale var; görenler ve köyde küçüklüğü geçen herkes bilir. Her gelişimde buraya ya resim çekerim yada videoya kayıt yaparım. Baktım ki ne resim makinem ne de kameram yanımda değil. Derenin en çok su taşıdığı, şelalenin de en hoş ve çekici göründüğü zamanlar. Üzüntülü bir şekilde kendime kızarak yola devam ettim. Dere boyu Çermiğe indim. Burası çok harika bir yer. Görmeyenlere öneririm. Tandurluktan ve DUZ -tuz- taşından burası beyaz ve küçük bir tepecik gibi gözükür. Sanırım herkes farkındadır buranın. Burayı hiç görmemiş kişileri getirip gezdirdim. Çok beğenip teşekkürler ettiler bana. Yolunuzu buraya uğratmaya bakın derim sayın Kırıntılılar.

Yüz yüzeli adım aşağıda yıkılmış halde Tahir'in değirmeni var.Köyden bir kısım insanlar ta buraya kadar mantar veya madımak-kertmeli toplamaya inerler. Ben de buraya kadar gelir ordan geri dönerdim. Ya Tandurlukta ya da Aydın Pınarı'ndan eve gelirdim. Bu Tahir'in değirmenin güney doğusu tarafında ufak tefek tamamen kır tepecik ve derecikler var. Bir de o tarafa gideyim deyip devam ettim.

Bir kaç kuru dere ve kır tepecik geçtikten sonra önüme harika bir arazi çıktı. Hafif batıya yönelik bir dere ve etrafında yemyeşil çayır-çimenlik sulu bir arazi. Şaşırdım kaldım. Etrafı ve bu harika yeri izlemeye koyuldum. Adeta mest olup kendimden geçtim. Ağzı açık ayran delisi gibi etrafı seyre daldım. Küçük adımlarla dere boyu yukarı doğru yürüyordum hayran hayran. Mantarı hep unutmuştum ki yere tesadüfen baktığımda birde ne göreyim: Önüm sanki mantar tarlası. Mantarları yerden kesip almaya başladım. Birkaç tane aldım almadım bir gagırtı koptu: Gaak gaak guuk guuk diye. Ne yalan söyleyeyim, o an boş bulunduğum için korkarak irkildim. Sesler tam tepemin üstünden geliyorlardı. Hiç durmada yüksek sesle gak guk diye ötüyorlardı. Bana saldıracak gibi yapıyorlardı. Tepemin üstünde iki üç harman büyüklüğünde daire çiziyorlardı başımın üzerinde. Baktım bunlar kaz mı ördek mi diye, hiç benzemiyorlardı öyle kuşlara. Allal Allah derken anladım ki bunlar TURNA kuşu. Ben ilerledikçe daha çok gagırtı edip saldırıya geçiyorlardı. Bizim köy tarafına açıldım biraz. Onlarda beni bırakıp Çeküz tarafında küçük bir tepeye konup beni takibe aldılar . sesleri kesildi. Geri gelip mantarları toplayıp köye geldim.

Bu olayın olduğu yere PÖSTEKLER diyorlarmış. Halil'in vurulduğu yer yakın. Köyde bu olayı bir kaç yerde anlattım.
-Yahu ben etrafımızda TURNA olacağına inanamıyorum dedim.
-Var var! Sen ilk defa mı gördün, dediler.
-Peki bana neden saldırıyorlardı? dedim. Dediler ki Turnalar sazlık sulu alanlara otların arasına yumurtlar ve orada kuluçkaya yatarlar. Sana onun için saldırıya geçmişler.

Resim ve görüntü alamadığım için aşırı üzülmüştüm. Önümüzdeki bahar İnşallah onları görüntülemeğe çalışacağım. Hâlâ çevremizde olabileceklerine inanamıyorum. Köyüm köyüm güzel köyüm, canım benim.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 15 Aralık 2012

----------------------------------------------

52. Yazı - 08 Haziran 2012
YAYLADA BİR GÜNÜM

2012 Haziran ayının yedinci günü Perşembe. Hanım saat altı buçukta Şiran'a gitmek için Üsük Ali'nin arabasına binmeğe indi. Ben de ondan beş on dakika sonra yaylaya gitmek için evden çıktım. Çantamda azığım, elimde ellilik pimaş borular bir de girebim düştüm yola. Hava güzel! Sağ sol her taraf yemyeşil yayla yolu. Yarım saat sonra Harmancık'ın dereye vardım, vurdum yokuşa. Terledim ama dinlenmeden su arıtma deposunun yanına vardım, yolun üst tarafına geçtim, kızıl mantar aramaya başladım. Otlar yaş. Ayaklarım ıslandı hafiften. Guşunun çeşmesine yakın yerde taze çıkmış büyükçe beş kızıl mantar buldum. Soğuk Pınar'ın dereyi geçip ilerde yolun alt tarafında da mantar aradım ama bulamadım. Aşağı Çiçekli Çayır'dan Yukarı Çiçekli Çayır'ın yokuşuna vurdum kendimi. Tam eski su arkını yanında on tane daha mantar buldum. Düzlükte dört kızıl mantar buldum. Doğu kısmına yöneldim her zaman ki mantar bulduğum yere. Burunda on taneye yakın daha buldum. Cılga Katırcı Yolu ile TUĞ Kıranı'na yöneldim. Tuğ Kıranı'nın tarafındada ufak tefek birkaç mantar daha buldum.

Geldim yaylaya. Dıvdı Kazim Amcanın yaylasının yukarısında da kocaman kocaman tam altı tana daha mantar buldum. Geldim yaylama, arka yazlık mutfakta ki kuzine sobamı yakıp çayımı kaynatıp sabah kahvaltımı afiyetçe yaptım. Bu arada yaylaya tam iki buçuk saatte gelebildiğimi de acıklayayım.

Yaylama asıl geliş sebebim arka yazlık mutfağa çamaşır makinesi koymak için yerini ayarlamaktı. Su tesisatını yaptım. Pis su giderini ayarladım. Elektriğini ve topraklı pirizini yaptım. Saat on oldu. Birşeyler atıştırıp dinleniyordum ki aklıma Aktaş'a gitmek geldi. Aktaş'ta çaşır mantarı çok olur. Akşama daha yedi saat vardı. Yayladan Aktaş'a çok iyi giden birisi bir buçuk saatten önce gidemez. Nerde ise yarı koşarak gittim. İki saat aradım taradım ufacık üç dört tane civil civil çaşır mantarı buldum. İniş çıkış çok yoruldum. Aşığın Pınarı'nın oralardan doğru Tarhana'nın Kırana vardım. Oradan kestirmeden yaylama geldim.

Banyoda şofbende ısınmış hazır sıcak su vardı. Hanıma telefon ettim, bu gece bu yıl ilk defa yaylamda yatmak için anlaştım. Banyoya girdim yıkanırken elektrikler söndü. Karanlıkta elevüne yıkandım, çıktım kurulanıp üstümü başımı giydim. Hava kararmıştı. Ha yağdım ha yağacağım. Elektrikler de gelmedi. Gece ışıksız ne yaparım dedim ve köye geri gitmeğe karar vedim. Suni deri bir ceketim vardı, onu giydim, başıma poşetli bir yazlık şapka örttüm. Çantamı girinip köyün yolunu tuttum. Yağmur hafiften atmaya başlamıştı. Saat akşam yedi buçuk olmuştu. Madenin Dere'ye indim, yağmur şarlatmaya başladı. Ayaklarımda yazlık spor ayakkabılar. Köye gelene kadar yağmur devam etti. Sıkılmış sıpaya dönmüştüm. Boynumdan aşağı yağmur suları da girmişti. Sobayı sökmüştük. Üstümü başımı çıkarıp kurularaı giyindim. Elektrik sobasını yakıp güzelce ısındım. Biraz sonra kızıl mantarların bir kısmını hanım fırında sulu sulu pişirip sofraya getirdi. Hürmüz ve Çırak Celal de bizdedi. Mantarı afiyetçe yiyip yalayıp yuttuk alel acele.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü

-----------------------------------------------

51. Yazı - 20 Mayıs 2012
KOMŞULUK AYARI

Köyümüzde herkes köyünde yaşarken komşuluk ilişkileri nasıldı? Herkesin anası, babası. dedesi, ninesi, kızları, oğulları. Gelinleri, bacanakları, baldızları,halaları, bibileri, dayıları, dayı ve amca oğulları, kuzenler hep köydeydi. Hısımlar, hısım yakınları köydeydi o zamanlar. Uzak yakın tüm eş-dost köyde birlikte yaşıyorlardı. Hısım ve akrabalar arası komşuluk ilişkişleri son derece iyi ve çok uyumlu gidiyordu. Günlük birbirlerini görüp hasbıhal ediyorlardı. Birbirlerinin dert ve sıkıntılarına ortak oluyorlardı.

Bir evde pişen yem ve yiyecekler komşular ve hısım akrabalar arasında paylaşılırdı. O zamanın yemekleri belli başlı yiyeceklerdi. Pancar çeişitlerinden yapılmış yemekler. Bulgur ve sütlü çorba. Haşıl ve herle. Gavut. Turşu çeşitleri. Buğday-çavdar ekmeği. Bişi, sac ekmeği, değirmen pacı, kuru fırın somunu, peşgüdan, keş... El yapımı makarna. Kurutulmuş yiyecekler vb.

Bir evde pişen sac ekmeği yeni pişirilirken oradan geçen kimse mutlaka eline en az bir ekmek tutuşturulurdu. Ekmek verilirken de ucundan çok ufak bir parça koparılırdı. Böyle koparılmış ekmek verildiğinde borç verilmemiş olurdu. Bazen komşulara kapıdan geçerken çağırıp şöyle seslenirlerdi:
-Gız gelele biberli, içyağlı gine pancar çorbası bişirdim. Sana goyuymda ye!

Komşu, o ekmekten ve çorbadan kendi evlerinde olsa bile alıp yerlerdi. Kendilerinde olmayanı komşudan temin ederlerdi. Yahut komşuların bir noksanını bildiklerinde ise o noksanlarını hemen biri gidermese diğer komşu giderirdi. Komşuya maslahata gidildiğinde mutlaka istekleri karşılanırdı. Her türlü paylaşım ve yardımlaşma en üst düzeydeydi. Buna rağmen birbirini pek hazetmeyen komşular arasında bazı olumsuzluklar da olurdu .

Burada işte böyle yaşanmış bir öykü anlatacağım. Abbas dayının karısı Aslı hala gerçek kişi, diyoloğa girdiği kişi ise ismi değiştirilerek verilmiş olacaktır.
Aslı hala bostanlarda bostana börce (fasulye) dikmektedir. Börcelerini bir garıh kalana kadar diker . Dikilecek daha börcesi vardır ama son karığa dikmez, bir çapuda düğler kuşağının içine sokar. Yandaki bostanda ise komşuluk ilişkinden pek nasibini almamış kendi yaşların da olan Yalbay isimli bir erkek, karısı ile börce dikmektedir. Aslı hala gider Yalbay'dan bir istekte bulunur:
-Yalbay emmi , der. Bostanda bir garıh yerim galdı. Börcem bitti. Aha habu avucumu dolduracah gadar börce ver de o garığı da dikeyim!

Yalbay emmi ise şöyle der Aslı halaya:
-Sen garı olsan yeteceh gadar börce getirirdin, get başımdan seen börce mörce yoh der.
Aslı hala o zaman kuşağının içinden çaputta sarılı börcesini çıkarır ve ona gösterir. Yalbay emmi bu duruma kızarak çıkışır:
-Madem börcen var niye beden istisin?
Aslı hala şöyle der ona:
-Benim derdim börce deyl. Ben senin gomşulunu denirim.
Yalbay malumlaşır -mahcup olur- sesini keser, işine bakar.

Alim Aydoğan - Kırıntı - 14 mayıs 2012

-----------------------------------------------

50. Yazı - 14 Mayıs 2012
GEÇMİŞTE ARKADAŞ ŞAKALARI

Kırıntı gençliğinin köyde yaşadığı eski yıllarda her evde en az bir-iki genç vardı. O zamanlar ne elektrik vardı, ne de elektrikle çalışan teknolojik araçlar. Gençler, zorunlu olarak kendi eğlencelerini kendileri yaratırlardı.

Gençlerin ilk buluşma yerleri evlerin bacaları ya da harmanlar olurdu. Bacalarda, harmanlarda çeşitli oyunlar oynarlardı. Bazen harmanda birbirlerine soğuk şakalar yaparlardı bazen de dil şakaları. Kimi zaman ise birbirlerine soğuk eşek şakaları yaparlardı. Birbirine takılmalar, sataşmalar ara sıra bedensel ezme ve güç gösterisi oyunlarına dönüşürdü. Çoğu zaman karşılıklı olarak aldatmacalı oyunlar da oynanırdı. Can yakıcı, inciti, yaralayıcı durumlar da olmuyor değildi. Biraz avanak ve salak görülenler çeşitli tuzaklarla mahcup ve hecil durumlara sokulurdu. Şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki bu oyun ve şakalaşmalarda hiç bir zaman kin ve hasetlik olmazdı. İncitilen gençlerin gönlü alınırdı. Yapılan şakalaşmalar günlerce anlatılarak daha da tatlandırılırdı.

Birdirbir oynarken yapılan şakalar ne kadar tehlikeliymiş, şu anda daha iyi anlıyorum. Kanbura yatan genç, koşarak gelen arkadaşı tam havaya zıplayıp ellerini onun sırtına koyacağı anda hızla aşağı eğilince atlayan ileriye yüzünün üstüne yere düşerdi. Bazen incinmeler, yaralanmalar bile olurdu. Zaten bunu bile bile oyuna katılım olurdu.

Ya mal yayarken oynanan oyunlara ne demeli? Kuyu kazma ve bele kadar gömme oyunları en heyecanlılardan biriydi. Bazen, kuyunun içinde hareketsiz kalan, sadece gövdesi toprak dışında kalan kurbanların yüzü gıdıklanır, kulağına ısırgan sürülür, bazen de bırakıp gidilirdi. Tabi bu gitme gerçek olmazdı. Bir çukura gizlenerek kuyudaki kişinin bağırarak yalvarmaları beklenirdi.

Bazen de gençler, koyurlarda (taşlı, çakıllı yer) otururken, içlerinden biri, çaktırmadan hemen arkaya kakasını yapar, çabucak giyinirdi. Koku ortalığa dağılınca kakayı yapanı bulmaya çalışılır, masum biri suçlu ilan edilir, cezalandırılır, sonra her şey açıklanarak kahkahalarla gülünürdü.

Başımdan geçen bir olayı da anlatmak isterim. Bir gece, harmanda yığılı buğdayı beklemek için dışarıda yatıyordum. Uyurken, çok samimi olduğum bir arkadaşım olan "İ" gelmiş, yorganı kaldırıp yatağıma çişini yapmış. Uyanınca kendimin işediğimi sanarak telaşa kapılmıştım. "İ" gülerek yaptığı şakayı itiraf etmişti.

Başka bir olay: Bir gece komşulardan iki kardeş harmanlarında yatıyordu. İki kafadar ve temiz kalpli, kimseye zararları olmayan mazlum delikanlılardı. Birkaç delikanlı ile yataklarına yanaştık. Derin bir uykuya dalmış ölü gibi yatıyorlardı. Yorganı açtık. Donlarını aşağı sıyırdık. Elimizdeki kendir gırnabıyla pipilerini birbirlerine bağladık. İp çok kısaydı. Gökyüzü ay ışığı. Bir kenarda gizlenip olacakları izlemeye başladık. Az zaman sonra birisi kolunun üstüne dönünce can acısıyla bağırarak uyandılar. Bağırtıları evden duyulunca biz hemen olay yerinden sıvıştık. Evden çıkan ailesi gençleri birbirinden zorlukla ayırmış.
İşte bu eşek şakasını, yaptığımız öküzlüğü burada anlatmış oldum. Oh beeee!!!!

Alim Aydoğan - Kırıntı - 07.05.2012


----------------------------------------------

49. Yazı - 07 Mayıs 2012
KIRINTI FUTBOL TAKIMI

Hurşit Hoca Ankara'da üniversitede okuduğu yıllar. Almancıların yurdumuza teypleri getirdikleri yıllar. İnsanlar bu müzik aletine çok ilgi gösteriyorlardı. Hele hele teybe ses alma işi çok ilginç geliyordu herkese. Halil ağbim Hüseyin Çavuş'a radyolu bir teyp getirmişti. Bizler radyoda istasyonlarda gezmeyi, müzik dinlemeyi ve haber dinlemeyi çok seviyor, sürekli bu durumu severek sürdürüyorduk.

Sık sık teybe ses çekmeyi denerdik. Çektiğimiz sesleri dinlemeyi ise eğlenceli ortamalara dönüştürürdük. İnsanlar teybe ses verirken, teybe konuşurken sıkılır, utanır, tıkanır konuşamazlardı. Nutukları tutulur, gutları kururdu. Yine bir gün teybe ses çekmeye başlamıştık gençlerle. Dedilerki:
-Gel sen şu meşhur meşhur futbol takımlarına maç yaptır da teybe alalım, dediler. Kabul ettim. Burada ismi geçen köyümüzün lakaplarıyla anılacak büyüklerinin ruhlarından ve de yakınlarından beni bağışlayacaklarını, mazur göreceklerini ümit ederek maçı anlatacağım.

Futbol takımının birisi şöyle kurulmuştu:
Kaleci :Abbas, Sağbek:Deli Şükrü, Solbek: Macik, Orta saha: Alaman, Toraman, Kolaman-Yeni Köyden transfer-, Forvet ise şöyle kurulmuştu: Sağaçık Üsük, Sağiç gandaz, Santrafor ALTIKULAÇ, soliç Aşurun MEHMET'İ, Solaçık İse Velişıh. Bu takımın antrenörü ise Hamza Dayı idi.

İkinci takım ise Ali ve Hasanlardan kuruluydu. Kaleci: Cin Ali, Sağbek: Deli Ali, Solbek: Diş Ali, Orta saha:Kürt Hasan, Cingirt Hasan, Köstü Hasandan kuruluydu. Forvet ise Çil ALİ, Guş Ali, Gayr ALİ, Hamza ALİ, Üsük ali. Antrenör ise Tekbıyık'tı.

Başladım ben maçı anlatmaya, anlattıklarımıda teybe kaydetmeye. Alamandan Toramana, Kolamandan KOLAMANA, Kolaman topu aradan Üsük'e aktardı, Üsük sağdan girdi topu sürdü. Diş Ali'yi geçti, topu ortaladı, Altıkulaç kafayı vurdu. Golll. Golll! deyince Yeğenim Dayı Durmuş üzüntülü ve az bir duyulacak sesle:
-Vaayyy! Dinayn seni! dedi ve bunu herkes duydu.
Yukardaki sözleri dedindi, demedimdi iddiası yapıldı. Dayı demediğini israrla iddia ediyordu. Teypteki kaseti geri sardırıp sesini yükseltip dinledik. Tam Altıkulaç golü atınca Dayı Durmuş:
-Vaayyy! Dinayn seni! dedi yine. O zaman sekiz-on yaşlarındaydı.

Yalandan uyduruk bir maç olsa da demek ki golü yiyen takımı tutuyormuş. Bu maç kaseti aylarca durdu. Duyanlar gelip dinlediler. Maç anlatımı yarım saatten fazla sürüyordu. Millet çok eğleniyordu. En çokta Dayı Durmuş'un sözlerine gülüyorlardı. Hamza Dayının antrenör olmasını ise kahkalarla karşılıyorlardı. Hepsinin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum büyüklerimizin.

Alim AYDOĞAN - Kırıntı Köyü

----------------------------------------------

48. Yazı - 05 Mayıs 2012
HAU İÇİNE .IÇTIMDAN VER DE YİYİİM

Bir asır zaman önce bir olay yaşanır köyümüzde. Zaman zaman eskiden laf açıldıkça bu olayı bilenlerden sıkca duymuştum. Hani şöyle olur bazen: Bir kızı bir oğlan ister ama kızın gönlü yoktur. Oğlana, seninin ağzına .ıçarım der, ama sonra o delikanlıyı alır.

Büyük annem Abdallının değirmenine kış ihtiyacı için oğlu Kamil'e un öğütmek için zahra götürttürür . Bir kaç gün sonra un öğütme sırası babaanneme gelir. Zahrasını öğütür.
Sonra armut (ahlat) kurusundan Gavut unu yapmaya sıra gelir. Armut kurusunu zahra konulan yere doldurur ve gavut unu yapmaya başlar. Gavut öğütülünce ardından un yapılınca un karışık olur, içinde gavut unu bulunur. Bu, unun özelliğini bozar. İlk çıkan unun bir kısmı ancak kedi-köpeğe yal yemi olurdu. Yani unun bir kısmı zayi ziyan olur. Fırıç kurusundan gavut öğütürken babaannem değirmene un öğütme sırası gelen Abdallı'dan biri gelir. Bakar ki babaannem fırıç öğütüyor. Bu duruma kızar. Babaanneme gürler. Sıçar tırlar. Şöyle der:
-İçine sıçıym hau gavuduyn da, frıcıyn da ha!
Babaannem fırıcını öğütür, evine gelir.

Bir süre sonra bu sıçıp sıvayan şahıs ishal olur. O zamanlar ishali kocakarı yöntemleriyle iyi etmeye çalışırlar Kırıntı halkı. Bu kişi evinde sabah düğ çorbası içerken bir komşusu yanına gelir. İshal olduğunu komşusuna söyler. Komşusu ona çok mu ishal olup olmadığını sorar. O da şöyle cevaplar :
-içim dışım çok kötü. O kadar duru ki habu içtiim düğ çorbasından daha duru!
-Seen teze fırıçdan yapılmış gavut bulup kuru kuru yahut da suya katarak yemelisin. Bu içeri sürgününe çoh eyi geli, demiş.

O kişnin hemen aklına babaannem geliyor. Kalkıp babaannemin yanına geliyor. Ikına sıkına kızararak şöyle sesleniyor:
-Ben ettim eyledim. Kusura bahma. Hau içine .sıçtıım gavuttan biraz ver de yiyeyim. Ölüürüm, içim dışıma garıştı. Babaannem bir sahan fırıç gavudu verir, yolceder.
Hakikaten fırıç gavud, armut fırıcının kendisi ishale bire bir iyi geliyor ve şıpşak meseleyi hallediyordu.

Alim AYDOĞAN - Kırıntı

----------------------------------------------

47. Yazı - 28 Nisan 2012
HIYARIN BİRİ

2011 yılı yaz ayları. Mantar arama zamanının sonları yaklaşıyordu. Havalar sıcak mı sıcak. Yayladayız. Dağ taş al vala gibi. Havada mis gibi çiçek ve ot kokusu. Yaylamın reçine kokulu ormanları. Yeni yağmış toprak kokusu. Tertemiz dağ ve yayla havası. Gelde içine çekme bakayım bu havayı bu doğada?
Ziliflerin Ahmet bize geldi. Yedik içtik. Ahmet dedi ki:
-Hoca haydi Soğukpınar'ın yamalarında mantar bahah. Hauv geçen günkü Mantar aradığım yerede uğrayalım. Ne disin, gidelim mi?
-Ben hazırım zaten, hadi gidelim.
Gerekli olan malzemelerimizi yanımıza aldık. Ekmeğimizin yanına katıklıkta aldık. Birer bekçi düdüğümüzü de aldık. Ellerimizde girebilerimiz, omzumuzda kameralarımız düştük yayladan yola. Ayaklarımızda kırda bayırda yürümeğe uygun spor ayakkabılar. Tuğ Gıranı'ndan Yukarı Çiçekli Çayır'dan Yerli Burun'un boğaza vardık. Oradan Soğuk Para doğru yokuşa vurduk. Aşağı Gersut'un yaylasının başındaki ham kavaklığın en üst tarafından yamaçlara vurduk mantar aramak için. Burada Ahmet'le ayrıldık. Ellişer yüzer metre aralıklarla çaşırlıklarda başladık mantar aramaya. Bazen kayalıkları dolanırken veya tepeleri, sırtları aşınca birbirimizi göremiyorduk ama cep telefonlarımızla yerlerimizi, nerde olduğumuzu birbirimize bildiriyorduk. Ara sıra da nerdesin diye soruyorduk birbirimize.

Ben Yeniköy'ün yayalasına bakacak taraftan Soğuk Paar'ın kalesine çıktım. Ahmet benden yüz metre kadar aşağıda düzlükte mantar arıyor. Aradığı yerde üç dört gün önce şapka büyüklüğünde bir mantar bulmuştu. Aynı yerde mantar filizleriçde görmüş, yerlerini işaretlediğini söylemişti. Yaylaya geldiğinde mantar filizlerinin yanında çakı bıçağını unutuğunu söylemişti. Ahmet'in ağzında bakla ıslanmaz. Çenesini hiç tutamaz. Bütün sırlarını hemen söyler. Çok iyi niyetli ve cana yakındır. Yaylada mantar bulduğu yeri ve filizleri anlatır, çakısını da orda unuttuğunu söyler Hürü Halanın Celal'a.
-La Ahmet mantarları buldun mu? Çakı bıçağını buldun mu? diye telafonla sordum.
-Yoh la! Mantar da yok, çakı da. Şarhoş geçen günü buralara gelmiş, demek ki o almış.
-La hıyar her sırrını her yerde söylersen olcağı bu! dedim.

Az sonra elindeki dürbünle balık tesislerinin sırta yakın bir yerde mantara benzer büyük bir şey gördüğünü bana telefonla söyledi. O ara ben Soğuk Pınarın kaleden dolaylamasına güneşin doğduğu tarafa doğru hayli yol almıştım. Mantarın yerini bana tarif etti. İki yüz metre kadar ilerde dediği tarafta mantarı ben de görmüştüm kıt kayal, O tarafa yöneldim, yürüdüm. Gittikçe mantar büyüyordu. Yanaştım, yanaştım, yanına varmak üzereyim. Böyle büyük mantar olur mu diyordum kendi kendime. Sanki biri alacakmış gibi onu, hızla koştum yanına. Hayaller boşa çıktı. Ümidim kırıldı. Basketbol topundan çok daha büyük kocaman bir fıstıkmış! Girebimle hırsımdan fıstığı bir kaç parçaya ayırdım, bir de tekme atıp oradan ayrıldım. Bir saat sonra yayla da buluştuk Ahmet'le.

Ahmet gösterdiği mantarın tarafına ben giderken o çukur yerlerden geçmi şki ben belki almamışımdır diye o da o tarafa gitmiş. Yaylamın önündeki çam ağacının altında bir gurup insan oturuyordu. Hemen oradakilere başladı anlatmaya:
-Dürbünle böyük bir mantar gördüm. Gittim oraya. Baktım ki eşek oğlu eşeğin biri, hıyarın teki mantar sandığım fıstığı param parça etmiş.
Küfürlerine devam ediyordu. Hemen müdahale ettim:
-Ulan hıyara! Oraya sen beni yollamadın mı? Onu parçalayan benim, dedim.
Gülerek sesini kesti.
Alim Aydoğan -İstanbul
-.-.-.-.-.-.-.
Merhaba Alim Bey,
Konuk defterine gönderdiğiniz bir mesajda yazılarınıza eleştiri yazılmasından memnun olacağınızı söylemiştiniz. Bir okuyucu olarak, yayınlanan bu son yazıyı okurken kendimi betimlediğiniz, tanımladığınız yerlerde buldum; bu bakımdan çok mutlu oldum, teşekkür borçluyum. Ne var ki başlıktan ve yazının çeşitli yerlerindeki argo sözcüklerden rahatsız olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Bir de üçüncü şahısları incitici sözlerden kaçınmak gerekir diye düşünüyorum. - Ali Aydoğan


--------------------------------------------
46. Yazı - 23 Nisan 2012
ELEKTRİK KIRINTI'DA

Kırıntı Köyümüze elektrik nasıl gelmiştir? Öyküsüne derinlemesine fazla girmeden yaşanan bir olayı anlatmak istiyorum bu satırlarda. Orada olan kişlerin çoğu bu gün hayatta değiller. Bunların isimlerini vermiyeceğim. Yaşayan kişiler bu olayı çok iyi hatırlıyorlardır.
1978 yılı Şubat ayı. Karne tatilinde köye gittim ailemle. Evimiz virane olduğundan vede Anşanın Ali'si hasta olduğu için Anşagile gitmiştik çoluk çocuk. Neyse ki Ali dayının sağlığı iyice sayılırdı. Köy o tarihte yine bayağı kalabalık sayılırdı. Kış şartları fazla amansız değildi. Anşagile gidip gelen çok oluyordu. Millet oturup hasbıhal ediyorlardı.
Bir akşam gece köylüyü Anşagile çağırdılar. Millet toplandı. Köydeki yaşlı başlı kim varsa oradaydı. Sekiz on tane yaşı seksenlik olmuş yaşlılar vardı. İsimlerini belirtmeyeceğim onların.
Konu şuydu: Almanya'da çalışanlar kendi aralarında konuşup karar almışlar köye elektrik getirmek için. Oradan veya Türkiye'den bir JENERATÖR alıp köye getireceklermiş. Kırıntı halkının da bu işe el atması için bir arkadaşlarını köye göndermişler. Git köylünün ağzını ara bakalım diye. Görevlendirilen şahıs konuyu açıkladı. Köylüye ne diyorsunuz bu işe ? diye sordu. Konu açıldığında bir çok kişi olumlu yanıtlar veriyorlardı. Ama bazılarıda fiskosa başlamışlardı. Bu iyiye alamet değildi. Köyümüz ışığa kavuşur diye heyacanlananlar vardı. Hee! Çoh eyi olur-diyenler vardı. Biraz da köylüden para toplanması gerekiyordu yapılacak işler için.
-Olur topluyah gardaş. Hayırlı bi iş bu iş! Gerehirse bedenen de çalışırıh! Diyenler oldu. İhtiyarlar modurdanmaya başlamıştı bile.
-Been ne para veririm nede çaluşurum. Diğer ihtiyarların çoğuda bu konuşan arkadaşlarını destekliyorlardı. Aynı kafadan oldukları belliydi. Bir iki ihtiyar onları tasvip etmiyorlardı.
-Neden eyle gonişisizki falan emmi diye onları ikna etmeye çalışıyorlardı bazıları. Bu ihtiyarlardan ikisi birbirini destekleyerek şöyle itiraz ediyorlardı birbirlerini destekleyerek:
-Ben ışı needecem? Dama gidipte öküzün götünümü seredecem!? Dedemin dedesi çıra yahmuş, dedem isli lamba yahmuş, been şüşeli lamba yahıyrim, oğlum ise löküs yahı!? Nedeceem been elektüriğü? Heç gimsede ne para verür nede çaluşur bu iştde.Aha da been gidirüm. Ne kadar zorladılarsada bir kaç yaşlı kızgın vaziyette kalkıp evden çıktılar.
İtirazcı amca aslında cevabında tam tezat teşkil eden yorum yapıyordu.Dedemin dedesi çıra, dedem isli lamba, ben şişeli lamba, oğlum ise lüküs yakıyor diye feryat ediyordu. Bunların peşinden ise torunum elektrik yaksın demeliydi. Tam bu noktada eski kafalılık devreye girmişti.
Buna rağmen köylüye en az şu kadar olmak üzere para topladılar. Para salındı. Boş verin onları. Onlarda verirler sonra denildi. Hemen orada olanlardan en az şu kadar olmak üzere para toplandı. Bazıları istenenden fazla para verdiler. Benden de bir miktar aldılar. Toplantı dağıldı.
Ben çok sevinmiştim bu girişime. Köyümüze elektrik yakında gelecek diye gönüllü olarak kurulacak komiteye benide yazın diye istekte bulunmuştum.
Yazın köye geldim. Geldim ki bu elektrik getirme işi dedi kodu yüzünden yıkılıp bitmiş. Bu hüsrana uğrama işinde sağdece köydeki yaşlıların itirazları ve dedi koduları sebep olmamış, toplantıdan dağılanların bir kısmıda dedi koduya başlamışlar. İşi yıkmışlar.
En kötüsüde Almanya'da olanlardan çok çatlak sesler çıkmış. Esas iş orada yıkılmış. Ben buradan olumlu davrananlara teşekkürlerimi iletiyorum. Olumsuz davrananlardan çok, sonradan itiraz edip dedi kodu yapanlara kızıyorum. En çok yıkım yapanlar da bunlar oluyor köy işlerinde.
Sonradan toplanan paraları herkese geri dağıttılar.
Ve sağ olsun Sabah Halanın oğlu RIZA BEY! Şiran'a elektrik gelmeden bizim köyde yanmasını sağladı. Öpüyorum buradan kendisini.
Alim Aydoğan - Çekmeköy

----------------------------------------------

45. Yazı - 17 Nisan 2012
TARLA SULAMAK

1963 yılı Temmuz ayı ortaları sanırım. Köyün sulama işlerini yürütmesi için Molla Aligilin Bilal Amca'yı su korucusu tutmuşlar. Görevleri, araziye dağılan su kanallarından giden suları adil bir şekilde sırası ile tarla sahiplerine verip tarlaların sulanmasını sağlamaktı . Korucu tutulmasa bir kısım komşular tarlalarını hiç sulayamıyorlardı.

Tarla sulama sırası bize gelmişti. Ağlıkta Büyük Mezarlıkların doğusunda yaylaya giden yolun ise elli metre yakınında fiğ ekili tarlamız sulanacaktı. Suyu tarlaya bağladım yeni sulamaya başlamıştım Bilal Amca ile Yeniköy'den Topal ALİ ve kardeşi İsmail dayı yanıma geldi dikildiler.
-Kolay gelsin Alim dediler. Otur bahalım şöyle deyip beni kendileri yere çökerttiler.
-Bilal Amca bişey mi oldu? Ne var? dedim.
-Hee! Bir şey var yaa! deyip devam etti Bilal amca:
-Bah Alim, sen gine sularsın habu fiyi. İzin verirsen bu amcalar tarlalarını sulasınlar. Senin sıran yanmayacah. Peşlerinden sen sulayacahsın, dedi. Ben köylü savsakhlarım. Ne diysin dediler?
-Olur Bilal amca, dedim ben de.

Topal Ali ile İsmail amca yukarı çıkıp suyu Yeniköy'e tarafı kesmeye gittiler. Bu arada Reşat da (Yayla) yanımıza gelmişti. Öğretmen okulu arkadaşımdı. Aynı zamanda yakın akrabalığımız da vardı. İki köy sulama suyu konusunda birbirlerine kırgındılar. İki tarafın da haklı haksız tutumları olmuştu birbirlerine karşı. Bilal amca bana şöyle tenbihte bulundu:
-Köylü durumu anlarsa sen hemencih suyu sizin tarlaya balarsın. Habu Reşat'ınan suyu behleyin, arkın üzeri sıra gidin gelin. Anadın mı dedihlerimi?
-Anladım, anladım, sen git dedim.

Bir gün bir gece Topal Ali'ler tarlalarını suladılar. Reşat'la ikimiz hiç uyumadan şaka-şamata suyu bekledik. İkinci gece ve sabahı ise Reşat'ın babası bir gün bir gece tarlalarını suladılar. Biz ikinci gecede uyumadık hiç. Akşam olurken suyu bizim tarlaya bağladım. Suyun ucu tarlaya yeni gelmişti ki Yeniköy'den Zeykir hala beyi ile yanıma geldiler. Bana dediler ki:
-Alim, biz Bilal Amca'ya dedik ki bu gecede su bize ahsın, olmaz mı? Bilal emcede dedi ki ben bişe diyemem. Gidin Alim'e deyn, o verirse siz de sulayn. Biz de geldük seen diyrik! Ne diysin?
Meral Hala, kızı Zeykir Hala çok çok yakın akraba idiler. İkisini de seviyor, saygı duyuyordum. Hiç düşünmeden:
-Bilal Amca mağdem öyle demiş, sizde bu gece sulayın dedim.
Onlar suyu kesmeye yukarı doğru çıkmaya başladılar, ben eve gedim. Bilal amca bizdeydi. Durumu anlattım. Onları hiç görmemiş. Çabuk git tarlayı sula. Onlara su verme dedi.

Damdan küreğimi alıp doğruca suyu bağlama yerine vardım. Suyu aşağı tarlama bağladım. İndim tarlama, başladım sulamaya fiği. Az sonra suyun arkası Zeykir halaların tarlasına varmış. Yarım saat geçmeden yanıma bittiler. Suyu niye kestin? dediler yumuşak sesle. Ben de siz beni kandırdınız. Bilal amca sizi hiç görmemiş!!! dedim. Hiç ses çıkarmadan geçti gittiler.

Sonraları bu olaya çok üzüldüm, onlara da keşik verip tarlalarını sulatsaydım diye. Ayaklarımı çıkarıp sabaha kadar tarlanın içinde kürekle gavar yaparak tarlayı uyumadan sulayıp bitirdiğimde sabah güneşi yüzüme çalmıştı. Suda ayaklarımı yıkadım. Kenara oturdum. Az ayaklarım kurusu diye. Oturur oturmaz hemen uyumuşum. Nasıl olduğunu analayamadım. O Temmuz sıcağında öyle bir uyku çekmişim ki uyandığımda güneş nerdeyse batmak üzereydi. Böylesine keyifli uyku çektiğimi bilmiyorum hiç. Ayaklarımı giyip evin yolunu tuttum. Yolda giderken çok acıktığımı da anladım.

Alim Aydoğan - İstanbul

----------------------------------------------

44. Yazı - 14 Nisan 2012
FIRIÇ

Fırıç ahlat armudunun fırında kurutulmasıyla yapılırdı. Kışın hoşafı yapılır, afiyetçe yemeklerin yanına katıklık olurdu. Tadı çok güzel ve hoştur. Çok yenince de peklik yapardı özellikle çocuklarda. Kuru haliyle de meyve gibi yerdik. Çok zayıf ve çelimsiz, buruşuk insanlara da fırıç gibi derlerdi. Uruşan Gilin rahmetli Hüsnü ağbiye lakap olarak Fırıç derlerdi.

Köyde bir düğünde başka bir mahallenin konağına gelen mahallenin delikanlıları ve erkekleri- Döndü halaların müstakil odasın da konuk edilmişti. Düğün evinden yemekler getirildi. Sofralar kuruldu. Akşam yatsı vakti. Tavanda LÖKÜS Lambası parlak şekilde yanıyordu. Yemekler yenirken gençler devamlı silah atıyorlardı. Pat küt derken merminin biri lükse isabet edince her taraf zifiri karanlık oldu. Bu karanlıkta Halil Ağbim bizim sofrada yemek yiyen Gopuhların Bekir amcanın ünündeki fırıç hoşafını alıyor, ne kadar suyu varsa içiyor. Az sonra bir başka evden başka bir lüks getirip yaktılar.

Etraf aydınlanınca Bekir amca bakıyorki fırıç tasındaki hoşafın suyu hiç kalmamış. Rahmetli biraz kekeler gibi konuşurdu. Kekemelere KEKEÇ de derlerdi o zamanlar. Başladı laur luur konuşmaya. Dediklerinin çoğunu oradakiler anlayamıyorduk. Sanki önündeki fırıç hoşafı hep ona konmuştu. Herkes kaşıkla alıp içiyordu. Halil ağbimle biraz laf dalaşı yaptılar. Biraz sonra bir tas fırıç hoşafı daha getirip Bekir amcanın önüne koydular. Mırıldanarak hepsini yedi bitirdi.

Köyde şimdi bile fırıç yapıp yiyenler oluyor. Ziliflerin Ahmet ahlat toplayıp fırında, ama elektrikli fırında sanırım pişirip yerdi
Saargızların rahmetli Mustafa ağbimiz, "Önce gapıyı dayahla, sonra gardif, patates gavurmasıyle fırıç suyunu al önüne ye!" derdi.

Alim Aydoğan - İstanbul

--------------------------------------------

43. Yazı - 05 Nisan 2012
DAĞLARIMIZIN AYILARI

Köyümüzde, herkes ayı görmemiş olabilir. Ayılarla karşılaşıp heyecanlı, korkulu dakikalar yaşamış olabilir. Ama herkes ayılarla ilgili söyleşiler yapmıştır, yapmaktadır. Çünkü dağlarımızda ayıların varlığı herkes tarafından bilinmektedir. Kendileri görmediyse de görenlerin öyküsünü dinlemişlerdir. Ben de burada duyduğum, hatta yaşadığım olaylara yer vereceğim.

*Bir ayı, Deli Şükrü amcanın oğlu Durmuş'u Sığnakta hayalarından yaralamıştır.
*Kavrazlı'dan Sakine halanın boynuna binmiştir; Durbabanın yalağında bayağı yaralamış.
*Yıllar önce Konaklı'dan Murat Kara'nın babasını Tuztaşının arkasındaki derede parçalayıp öldürmüş
*Sarıkızgilih İzzet'i bir gece Deli Şükrü'lerden Üsüklerin evine aşağı inerken bakıyor ki yukardan iki ayı geliyor. Silahını çıkarıyor, sıkıyor sıkıyor patlamıyor. Hayvanlar yanaşıyor, bakıyor ki iki tane camuş (manda). Biraz sonra aklı başına geliyor bakıyor ki tabancasını kılıfından hiç çıkarmamış, öyle sıktığını sanıyor ayılara.
*Eskilerden birinin de Kân'da ayı ününe çıkıyor. Ayıya kollarını bağlayarak yalvarıyor, "Benim çocuklarım var, ne olursun bana dokunma." dercesine. Ayı, onun yüzüne tükürerek çeker gider.

Eşimle benim başımdan geçen olaylara da yer vermek isterim.
*Eşimle Çalgan'ın yaylasında kavaklıktan geçiyorduk. Bir ayı bize saldırdı. Aramızda otuz adım kadar vardı yoktu. Böğürerek bize hücum etti. Bize altı yedi metre kala vazgeçti ve geri dönüp geldiği yere doğru gitti. Kayalıklardan geçerken, küçücük yavrularının ardı sıra çığrışarak gittiklerini gördük. Ucuz kurtulmuştuk.

*2008 yılının Mayıs ayının altıncı günü ilk defa o gün yaylaya gidiyoruz Fadik hanımla. Kayanın önünü geçtik, soğuk pınardan gelen dereyi geçtik, yüz metre ilerdeki taşlı dönemece geldiğimizde Fadik çığlık atarak Ayulara bah ayulara! diye bağırdı. İşaret ettiği yere bakınca Kayanın Önü kayalıklarının üzerinde dört ayı gördüm. Kamerayı çıkarıp zoom yaparak filmlerini çektim.

*Yine aynı yıl yukarı Çiçekliçayır'dan yerli burunun köye bakan tarafındaki tepeye en yakın kavaklığa doğru birbirimizden aralıklı vaziyette ilerliyoruz. Tam kavaklığa bir kaç adımlık yolumuz kaldığında bir ayı gördük. Ayı da bizi görmüş ama kaçmaya başlamıştı. Bir camuş büyüklüğünde var gibiydi. Kısa zamanda Aşağı Gersut'un yayla tarafına aşıp gitmişti.

Köyümüzde ayı öykülerini biz yaşadık, başkaları da yaşadı. Bir gün siz de yaşayabilirsiniz. Dilerim zarar görmeyesiniz.

Alim Aydoğan - İstanbul

----------------------------------------------

42. Yazı - 30 Mart 2012
ANŞANIN ALİ'NİN MAZI YAPMASI

Anlatacağım yaşanmış olayda o zamanını örf, adet, gelenek ve göreneklerine göre bu olay aynen anlatacağım şekilde cerayan etmiştir.

Köyde kız-oğlan belli yollar izlenerek söz kesilir, nişanlanırlar ve düğünleri tantanalı bir şekilde yapılırdı. Yani eliyle kızlarını düğün yaparak verirler, verirler amma yeni evli çiftlere neler yaparlar? Bunlardan birini yaşadığım şekilde anlatacağım.

Anşanın Ali'si bizim kağnı (öküz) arabasına mazı takacaktı. Bir gün geldi mazıyı takmak için. Taslak hâlinde yontulup yapılacak bir mazımız vardı. Onu getirdim yanına. Baktı baktı, başını salladı. Başladı getirdiği aletleriyle mazıyı yapmaya. Ben yanında duruyorum. İstediklerini yerine getiriyorum. Balta istiyor, keser istiyor, testere istiyor ne isterse yerine getiriyorum. Annem çay getirdi içti. Mazıyı bana göre epey hala yola getirdi sanıyordum. Başını salladı ve bana doğru döndü. Yumuşak bir ses tonuyla şöyle dedi:
- Bundan mazı olmaz! Çok ince. Hem de biraz kısa. Get bizim merekte kapının arhasında üç mazuluh var. Kapuya en yahınını alda çabuh gel. Hadi çabuh ol.

Gittim, dediği yerden tarif ettiği taslaklanmış mazıyı omzuma vurup alıp geldim. Ben yokken Fadik de harmana dedesinin yanına gelmiş konuşuyorlar. Ta yanı başlarına gidip mazıyı Ali dayının yanına bırakırken Ali dayı öyle bir kükredi ki birden, ne olduğunu anlayamadık. Şaşırıp kaldık. Şöyle söyleniyordu ikimize:
-Defolun başımdan! Sizi edepsiz terbiyesizler sizi! Annem kapıya çıktı baktıki Ali dayı bize esip köpürüyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki neden bize kızıyor diye, birden aklım başıma geldi eskilerin dediği gibi. Hemen oradan ben hızla uzaklaştım. Annem Fadik'i de çağırdı. Ali dayı hırsından köpürecek haldeydi, söylenmeye devam ediyordu.

Ne olmuştu anlatayım. Biz yeni evliyiz ya Fadik'le. O devrin adetlerine göre büyüklerin yanında karı koca aynı anda ve aynı mekanda bir arada duramazdı. Çok ayıplanan bir durumdu böyle yapmak. Hatamız buydu. Bir zaman daha ikimiz onun yanınında aynı ortamda bulunmadık. Sanırım o da o gün o olaydan sonra pişmandı. Çok sessizleşti. Başını eğip mazıyı bitirip maranlara takana kadar öylece çalışıp işini bitirip evine gitti.

Bir yıl sonra benim öğretmenlik yaptığım köye geldiler Sultan hala ile. Annem de yanımızdaydı.
-Gelin bahıym çocuhlar yanıma derdi. Beni bir yanına torununu bir yanına oturttururdu. Bizimle sohbet eder birlikte yemek yer aynı odada otururduk. Sanırım harmandaki o olaydan sonra bir muhakeme yapmış kendi kendine. Hata ve kusurunu anlamış, doğruyu bulmuştu.
Onu ne kadar sevip saydığımı biliyordu. Bu da çok hoşuna gidiyordu. Nur içinde yatsın.

Alim Aydoğan - İstanbul

----------------------------------------------

41. Yazı - 25 Mart 2012
NİŞANLANAN GENÇLER
(Makarıç Verme)

Kız ve oğlan birbirini sever, sevdalanır. Bazıları kör kütük aşık olurlar birbirine. Dünyanın merkezi istediği, sevdalandığı kimse odur onun için. Aileler günlerce gidip gelmelerden sonra söz keserler. Nişan yapılacak gece belli olur. Nişan başlar. Herkes horon oynar veya oynayanları etraftan seyrederler. Bu arada birbirini isteyen sevdalı gençler istediklerini takip ederler. Yeni yeni mercimeği fırına verenler olur böyle nişan gecelerinde.

O nişan gecesine kadar nişanlanan oğlanla kızın buluşmasına ebeveynleri hiç müsaade etmezlerdi adetlere göre. Kız ve oğlan eğer birbirini seviyorsa kırda bayırda, damda komda da olsa buluşur kavuşurlardı. Kızın yakınları oğlanı beğenirlerse bu kaçak buluşmalara göz yumar, ses çıkarmazlardı. Nişan gecesi ise kızın kınası yakılınca veya sözü kesilince kızın aracısı yardımıyla kavuşurlardı. Bu kavuşma genelde bir kaç kız ve delikanlı ile hep birlikte nişanlanan gençlerle nişan yerini görecek şekilde kenarda köşede olurdu. Kıza oğlan hediyesini verir bu kavuşmada. Genelde üzüm, leblebi, bisküvi, incik boncuk gibi ufak tefek hediyeler olurdu.

İki genç artık nişanlıdır ve birbirlerinin helalidirler. Ama düğüne kadar sabırlı olmaları gerektiğini bilirlerdi. Büyük bir oranda oğlan kıza yanlışlık yapmazdı. Nişanlılk döneminde kavuşmaları daha serbest vede tölaranslı olurdu. Oğlan kızla geceleri kavuşmaya giderdi. Yinede gizlice yapılırdı buluşmaları. Nişanlı kız başka mahalleden ise o mahallenin delikanlıları oğlan yavuklusuyla buluşmaya giderken yakalarlardı. Usülen nişanlı genci sıkıştırırlardı. Makarıç denen rüşvetin sözünü almadan kızın yanına bırakmazlardı. Bir başka gün nişanlı genç kızın mahalesinin gençlerini bir evde toplayarak eğlence tertiplerdi. Rakı şarap içilip eğlenilirdi. Nişanlı delikanlıya ise şöyle derlerdi:
-Artık korkma. Sana bundan sonra kimse bişe diyemez. Serbestsin enişte!
Enişte artık nişanlısı ile korkup çekinmeden buluşmaya başlar. Yinede geceleri gizlice olurdu bu iş.
Kimi nişlanlı erkekler ise bu makarıcı vermek istemezlerdi. O mahallenin gençleri oğlanı dolandırır mutlaka yakalarlardı. Bu yakalama işinde nişanlı kızın veya onları buluşturan elçilerinin eli olurdu. Oğlanı gençler yakalayınca götürüp çeşme önündeki kurunlara üstüyle başıyla suya sokarlardı. Biraz da şakacıktan ufalarlardı, makarıcın sözünü alınca bırakırlardı. Nişanlı kız mehlemizin hesiyet, şerefi var diye gizlice oğlanı onun için yakalatırdı.

Hamza gilin rahmetli Mehmet ağbi Sofugilden rahmetli olan Döndü ile nişanlanır. Nişanlısı ile buluşmak ister. Korkusundan kızla kavuşmaya gidemez. Biraz da çok tutuk içe kapalı yapısı vardır. Sofugilin delikanlıları da Mehmet'i dolandırırlar. Mehmet kavuşmaya gitmediğinden tabiî ki yakalayamazlar. Döndü kızı sıkıştırırlar. Oğlanla buluşuyorsun da bize demiyorsun diye. Kız da yemin billah eder. Kavuşmadıklarını söyler. İnanmazlar kıza.

Mehmet, Halil ağbimle aynı yaşta ve arkadaştırlar. Halil ağbime gelir der
ki Mehmet:
-Ben gorhirim. Beni döverler. Sen beni gavuştur der.
Halil kabul etmez şakacıktan. Mehmet üsteler:
-Ben gorhirim. Ne olursun sen de gel he? der. Hem dabancan sen de al yanan.

Halil ona yardım etmek için bir akşam geç vakitte sofu gile götürür. Mehmet'i hırsla bekleyen delikanlılar bunları yakar, sorguya çekerler. Halil bir iki sözü geçen delikanlıyı kenara çeker. Durumu onlara anlatır. Yarın aşgam size ziyafet çekelim. Bu iş tatlıya bağlansın, der. İnanırlar. Bir gün sonra makarıc verilir, ziyafet çekilir. Mehmet de bundan sonra Sofugilden bazılarının yardımıyla ara sıra nişanlısıyla kavuşup görüşmeye başlar. İşte hal böyle, böyle! Ne dersiniz? Ben de düğünümden bir gece evvel Baloğullarının delikanlılarına böyle bir ziyafet çekmiştim bol kepçeden. Baloğlu gençleri düğünümde bize hiç zorluk çıkarmadılar. İlk defa Baloğullarından düğünle biz kız çıkardık. Mahalle gençleri hiç bir zorluk ve olay çıkarmadılar. Hepsine teşekkürlerimi sunuyorum. O günden beri benim mahallem Baloğgil! Şaka, şaka!

Alim Aydoğan – Çekmeköy - İstanbul

----------------------------------------------

40. Yazı - 23 Mart 2012
KIŞIN KARDA GECE KÖYE YOLCULUK

Kamil(Hünkâr)Bal'ın ödürüldüğü yıl: Bin dokuz yüz seksen beş. Aynı yıl bir Ağustos'ta Cemal ağbim de hakka yürümüştü. Kasım ayının başlarıydı. Şiran'a gidip miras için ilam almam gerekiyordu. Samsun'dan Çepni Mustafa ile Alucra'ya geldim. Minibüsten indiğimde akşam ezanı okunuyordu. Köy tarafındaki benzinlik ününde bir minibüs hareket emek üzereydi doğuya doğru. Koşarak yanına vardım. Çalganlı imiş ve köyüne gidiyordu. Beni Kırıntı'ya bırakmasını istedim kabul etmedi. Ancak Konaklı'nın sapağına kadar götürebilirim dedi. Bindim geldim sapakta indim. Maksadım Konaklı'da misafirlik istemekti. Evdekiler sıkı sıkı tenbih etmişlerdi sakın Civrişon'dan gitme diye.

Köyün içine girerken yatsı ezanı okunmaya başladı. Niyetim köyün içinden geçerken biri beni görür de misafirlik isterim, orda yatarım diyeydi. Köyün içinden yürüye yürüye üst baştan çıktım. Hiç kimse dışarı çıkmadı, köpekler de hiç havlamamıştı. O gün çok yağmur yağmış bölgeye. Bulutlar kapkara, ha yağdım ha yağacağım gibi kapalıydı. Bu günkü araba yolumuz yapılmamıştı. Eski yaya yolu idi. Köyün başında ayaklarıma çamur sardı, sardı, yürüyemez oldum. Ayaklarımı çıkarıp elime aldım. Yolu az çok bildiğimden yoldan sapmadan elevüne (ezbere) gidiyordum.

Elimde ne elektrik ne de çakmak vardı. Ama hiç mi hiç kormuyordum. Tuztaşına varıp da köyün silüetini görünce daha da cesaretlendim. Yazı yollarını böyle bir ortamda tek başıma bu kadar cesaretle geçebileceğimi hayal bile etmemiştim. Okulun yanındaki dereye varınca yağmur şarlatmaya başladı. Durmuş öğretmen, lojmanda duruyordu. Gece gec saatler olmuştu. Işıkları yanmıyordu. Kapıyı tıklattım, az sonra dışarı çıktılar. Beni karşılarında çamura belenmiş görünce şaşırdılar. Hoş beşten sonra geliş öykümü anlattım. Çok kızdılar bana. "Sen aklını ekmekle mi yedin? Bu zifiri karanlıkta adam bu yola vurur mu?" vb. dediler.

Haklıydılar. Mantıksal açıdan baktığımızda yaptığım çok saçmaydı. Saçma da olsa buna benzer zorlu yolculukları daha pek çok kereler yaşamak zorunda kaldım. Sanırım bu mini anıyı okuyanlar da yaptıkları benzer tehlikeli yolculukları hatırlayacaklardır. Ne yapalım, imkansızlıklar insanları istemedikleri olayları yaşamaya itiyor.

Alim Aydoğan - İstanbul

--------------------------------------------

39. Yazı - 20 Mart 2012
FIRINDA SOKULDUM, OKULDAN KAÇTIM

İlkokula başladım. Çok hevesle mektebe gidiyordum. Okula biz Mektep diyorduk. On, on beş gün sevinçle gittim. Çocuklarla güle oynaya gidip geliyorduk. Okul düzenine yeni yeni alışıyordum ki başıma bir olay geldi. Bu olay benim tam bir yılıma maloldu. Bir yılda ilkokulu bitirdiğim de Öğretmen okulunu kazanamadığım için kaybettim. Bununla ilgili hatıramı yakında sizlere anlatacağım.

Evden yemeğimi yedim, bezden çantamı alıp çıktım. Etemlerden, Ziliflerden aşağı Hamza gilin kapısından Gülüzarların kapısının doğrusundan aşağı inerken Hatun Bacı beni yanına çağırdı. Evin kapısında beni kucakladı, sevdi.
-Gel bah seen ne verecem? dedi.

Kolumdan tutup içeri soktu. Bana üç-beş ceviz verdi. Sevindim. Az sonra kapıdaki fırının kapısına götürdü beni.
- Bak, dedi, habu fırının içinde armut guruttuh. Seni fırına sohiym de fırıçları dışarı çıhart, derdemez hoppala fırına soktu beni.

Nasıl olduğunu anlayamadan fırının içndeydim artık. Fırıçları dışarı itekledim. Hatun Bacı fırının önündeki sepete doldurdu. Beni çekip dışarı çıkardı. Başım, gözüm, üstüm, önlüğüm ve pantolonum hep is ve kül olmuştu. Hatun Bacı sağımı solumu sildi ama nafile! Temizlenecek gibi değildi.

O gün okuluma gidemedim, öğretmenlerimizden beni döverler diye. Eve de gitmedim. Sağda solda bizimkilere görünmeden okul dağılana kadar eve gitmedim. Anam beni görünce durumu anladı sanırım. Kızdı bana. Sümsükledi epeyce. Birazda küfür salladı Hatun Bacıya.

Okula gitmemeye karar verdim. Korkuyordum. Kimse okula yollayamadı. Bir kaç gün sonra Hüseyin Çavuş göçüyle Ünye'ye gidecekti. Zorladım benide alıp yanlarında Ünye'ye götürdüler. O kışı Ünye'de geçirdim.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - İst.

----------------------------------------------
38. Yazı - 14 Mart 2012
HORTLAKTAN KORKAN KIZLAR

Sekiz on yaşlarındaydım sanırım. Anem bir komşumuzla Lorşon Köyüne gendüme ve yarmalık buğday yapmak için ıstana gitmişlerdi. Evde bacım Hürmüz ve ikimiz vardık. Akşam yemeğimi yedim. Mahalleye gezmeye çıktım. Gece gezmeyi çok seviyor ve hiç korkmuyordum. Karanlık ve it köpekten zaten korkmazdım. Ecinni-periden de hiç korkmuyordum. Keyfime göre mahallede gezip dolaştım. Eylül ayı sonları. Havalar güzel. Gece gec vakitlerde eve geldim. Evde ışık yanıyor ama kapı kilitliydi. Kapımız hiç kilitli olmazdı o dönemlerde. Evde kimse yok mu? diye seslendim. Cevap alamadım. Kapıyı sert şekilde ırgaladım, yine ses seda yoktu. Ama eve girip yatmalıydım, çünkü yatma vaktiydi.

Burnum iyi koku almasına rağmen baktım ki evden tavuk eti kokusu geliyor. Tekrar seslendim yine cevap alamadım. Dolandım bacaya çıktım. Horikliğin yanına yanaştım ki bir güzel pişmiş tavuk kokusu yeri göğü sarmış. Bu tavuk kokusunun içine pişmiş bulgur kokusu da karışmıştı. Anladım ki evde birileri var. Bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu da düşünmeye başladım. Horiklikten aşağı içeriye seslendim:

-Bak içerde kim varsa kapıyı açsın! Tavuklu pilav pişirmişsiniz. Kokusu her tarafı sarmış. Açın kapıyı sizi herkese söylerim!
-Bizi kimseye demesen açarıh gapıyı, dediler.
İndim aşağı. Kapıyı açtılar, içeri girdim. Baktım ki üç kafadar kız bunlar: Biri ablam Hürmüz, biri Bilal amcanın kızı Zeykir. Biri de Deli Şükrü amcanın kızı Fikriye. Benden üç dört yaş büyükler. Beni kendilerine göre tehdit ettiler güya: Seni şöyle ederiz, böyle ederiz! diye. Ben de onlara söz verdim kimseye demeyeceğime.

Oturup pilavı, tavuğu afiyetçe yedik. Sonradan öğrendim ki bizim damdan bizim tavuğu alıp kesmişler. Bunlar az sonra sanırım ihtiyaç gidermeye çöplüğe gittiler. O zamanlar hela olmadığı için evlerde o iş ya çöplüğe ya da dama, kıya kulağa yapılırdı.

Aklıma bi şeytanlık geldi hemen. Üstümü başımı çıkardım. İç çamaşırlarımız beyaz uzun don ve fanila gibiydi. Entarimi başıma çektim. Artık tam hortlağa benziyordum milletin hortlak tanımına göre. Kızlar, şen şakrak içeri daldılar aceleyle. Ben kapının arkasına sinmiştim. Onlar tam evin ortasına geldiklerinde hortlak gibi uluyarak meydana çıktım, eğilip doğrularak uzadım kısaldım. Ulumaya devam ettim. Kızların üçü birden birbirinin üzerine yığıldılar. Feryatları arşa çıkıyor. Kafalarını hiç yukarı kaldırıp bakmıyorlar. Ben hemen üstümü yine aynı şekilde giydim. Yanlarına yaklaştım. Hiç bir şey olmamış gibi onlara seslendim:
-Ne oldu kızlar size? Neden böyle üst üste yatıp bağrıyorsunuz? Bi şey mi oldu? Hiç ses etmediler. Az sonra ayağa kalktılar. Ellerini yüzlerini yıkadılar. Kapının zırzasından su geçirip okuyup üfleyerek birbirlerine içirdiler. Akılları başlarına gelince birbirlerine şöyle sesleniyorlardı:
-Gız gızzz! Az daa hortlah beni yidiii!! U neydi gız heee? Vayyy! Töybe vışşş!
Çok zaman sonra onları korkutanın hortlak olmadığını, hortlağın ben olduğunu anlattım. Yine de pek inanasıları gelmedi Sizi gidi gızlar sizi!

----------------------------------------------

37. Yazı - 09 Mart 2012
PART VE CIDIK AŞIRMA

Çocukluğumuzda yazın ekinler biçilirken ırgatların yanına gider onlara gözelerden su getirerek yardımcı olurduk. Biçilip tırmıklanan kısımlarında mal yayma yerlerine gey derlerdi. Hayvanlar geylerde güzel otlarlardı. Karınlarını güzelce doyururlardı. Ve ben ekin biçenleri ilgiyle izlerdim. Tırpancılar sabah güneşi kızdırınca tırpanlarını tarlanın tumduna giderek dööverlerdi. Bu tırpan dövme işini çatal ayaklı örsü yere çakıp çekiçle döverlerdi. Tırpan ağzı dövmek bayağı ustalık isteyen bir iştir. Her tırpancı tırpanı iyi dövemezdi. Acemi ustaların dövdüğü tırpanın ağzı hiç kesmezdi nerdeyse.Tırpan dövenler yan yatar gibi bir pozisyon alırlar, tırpanı öyle döverlerdi. Bir de ağzına eye ile kılavuz çekerlerdi. Tırpan sakal tıraş edecek kadar keskin olurdu. Çok keskin olunca ağzı biber gibi oldu derlerdi. Tarlayı biçmeye başlayıp bir iki baş gittikten sonra ise tırpanın ağzına yeniden eye veya zımpara taşı ile kılavuz verirlerdi. Beş altı tırpancı bir tarlada ise en usta tırpancıya -abi sen bizim tırpanları döv, biz biçelim derlerdi. Devamlı dövme işi yapan kişi biçenlerden çok yorulduğunu söylerdi de ben o zaman anlamazdım. Sonraları ben de tarlalarımızı tırpanla biçmeye başlayınca mecburen tırpan dövmeyi öğrenmeye başladım. Zamanla ustalaşır gibi oldum. Daha sonraları tam usta oldum. Tırpan dövmede en büyük ustalık tırpanın ağzını yalpalatmadan çentiklerini tırtıllı şekilde uzatmaktır. Bu işi yaparken insanın kolları ve omuzları dayanılamayacak şekilde ağrımaya başlıyor. Tırpanın ağzı yere uyumlu biçimde sapına tutturulmazsa ve de sapı iyi ayarlanmazsa insanı aşırı şekilde yorar. Tırpan insanın bir yerini kesmeye dursun o yara çok acır ve oldukça geç iyi olurdu. Tırpanın bir de çeliği çok uygun olmalı. Yani çeliğin kıvamı, karışımı uygun olmalı.

Tırpanın biçip yere serdiği ekin sırasına ZOR denirdi. Bir delikanlı ise ekinin uygun yerinden kem yapmak için orayı sulayarak ekinleri kökünden sökerek getirir bir yere otururdu. İki adet otuzar ekin sapını başakları tarafını kıvırarak büküp kemi yaparlardı. Biçilen zorları ise kadınlar orakla üst üste deste yaparak kemi açıp üzerine yeteri kadar koyarlardı. Erkeklerden birisi ise kemlerin üstüne konan ekinleri dizleri ile sıkıca sıkıştırıp kemi bağlarlardı. Buna bağ veya ekin bağı denirdi. Bağlanan bağları tarlanın ota yerine taşırdı bağı bağlayanlar. Bir araya toplanan bağlar evlerin beşik çatısı gibi yığın yapılırdı. Ekin bağlarının başak kısımları yığının içine gelecek biçimde yığılırdı. Bu yığınlar bazen iki katlı ev gibi olurdu. Ekin bağları yığında bir zaman dururdu. Yığında duran bağlar öküz arabasına güzel yüklenirdi. Bu ekin yığınlarına ise PART derlerdi. Tarla tırmıklanıp yüzü toplandıktan sonra ekin tarlası biçilmiş oludu.

Ekin biçen ırgata genelde bir çocuk gözelerden devamlı soğuk su taşırdı. Ayran veya çalkama yapılıp ırgata içirilirdi. Öğle yemeğinde ise şaka şamata ne varsa yenirdi. Ama bu yemeklerin içinde olmazsa olmazı soğuk katıklı darı yarmalı ayranlı çorba mutlaka olmalıdır, oluyordu da. Aartu ise hiç eksik olmaması gereken bir hararet gidericiydi.

Ekin tarlası biçilip kurtarılınca çalışanlardan birisi gidip tarla sahibinin bacağına orağı takar ve bahşişini almadan bırakmazdı.

Benim de bu işte en çok hoşuma giden şey partın üzerine koşarak çıkıp aşağı kayarak inmekti. Birde elimizdeki ince değnekler ile değneği tendirerek partın üzerinden aşırmaktı. Parttan ince değneği yerde cıdıklatarak üzerinden aşırmak da çok hoş olurdu. Bazen bu parttan değnek aşırma veya cıdıklatma aramızda yarışma biçimine dönüşürdü.
Hey gidi çocukluk günlerimiz heyyyyy!!!!!

Alim Aydoğan - Çekmeköy/İst. - 6 Mart 2012

----------------------------------------------

36. Yazı - 07 Mart 2012
ÇERÇİCİLERİ UYUTMA YÖNTEMİ

Ben çocukken köyümüze diğer köylerden çerçiciler gelirdi. Sattıkları mallar kiprit, sabun, don lastiği, cep aynası, baş tarağı, kayış, kemer, mendil, gaz, tuz gibi şeylerdi. Bazen meyve de getirirlerdi bunların yanı sıra. Çerçiciler sergilerini Bilal amcaların toprak olan bacalarına serer mallarını satarlardı. Millette peşin para fazla bulunmazdı. Alış verişi ya buğdayla, ya fiğ ile takas ederek yaparlardı köylüler. Annelerimiz ise çerçiciden gaz, tuz, sabun, kibrit gibi malları almak için biriktirdikleri yumurtaları aldıklarına karşılık pazarlık edip ödeme yaparlardı. Ev kadınları çerçiciden böyle ürünler almak için evlerde çoğu zaman yumurtaları biriktirirler ve kimseye yedirmezlerdi. Yokluk yoksulluk o devirde çok fazla idi.

Köydeki delikanlıların ise genelde cepleri delikti. Parası olan çok azdı. Olanların da her gün harçlığı olmazdı. Gençler çerçici gelince en çok tarak, ayna, kayış ve sigaraya gıpta ile bakarlardı. Para yok ki alsınlar. Bir yöntemini bulmuşlardı istediğini çerçiciden almak için. Benim bildiğim Abdallının gençlerinden Şehrigilin Hasan'ı, Ruşangilin Ali'si, Zilifgilin Mehmet'i, Mollaligilin Rıza'sı, Şavguların Hüsnü'sü gibi kafadarlar bir çeşit çete oluşturmuşlardı o dönem. Kime ne gerekliyse çerçiciden o gün onu mutlaka yürüterek alırlardı. Kurdukları bir tuzak vardı: Çerçici serginin karşısında dururdu genellikle. Müşteriler ise onun karşısında. Bizim kafadarlar çerçicinin tam karşısında omuz omuza çok sıkı şekilde sıra olurlardı. Bu sıranın tam arkasında ise bir iki delikanlı dururdu yapışık olarak. Öndeki sıradakiler o gün ne alacaklarsa ellerine alırlar ve çaktırmadan arkalarındaki çete elamanlarına gizlice verirlerdi. Onlar da aldıklarını koynuna koltuğuna saklayıp oradan uzaklaşırlardı. Bu yöntemle ihtiyaçları olan her malı kolaylıkla yürütür ve oradan uzaklaşırlardı. Malları yürütürken işlerini gördükten sonra ellerine aldıklarını ise çerçiciye göstere göstere geri sergiye koyarlardı. Bu kandırılan çerçici genelde Komiş Halil denen kişi olurdu. Aynı uygulamayı Garabey dayıya da nadiren olsa da uygularlardı.

Ruşangilin rahmetli olan Mehmet amca, köyde bakkal işletiyordu. Çocukları çoktu. Dükkanın kârını çocuklar fazlasıyla götürdükleri için canlanamadı. Zamanla dükkandaki mallar ve sermayesi eridiği ve iyi işletemediğinden kapatmak zorunda kaldılar.

Aşağı Gersuttan Komiş Halil'den başka bir çerçici daha köyümüze gelip sergi açardı. Şu an ismini anımsayamadım. Bir sıcak yaz günü bu çerçici Fırça İzzet'in evinin bulunduğu yerde sergisini açmıştı. Sergide çerçi mallarından hariç bir buçuk kiloya yakın miktarda şahane armut vardı. Bu armudun tamamını rahmetli meşhur Feyzi dayı aldı ceketinin yan ceplerine doldurdu. Orda bulunanların karşısına geçti başladı birer birer yemeğe. Orada bulunanlar Feyzi dayıdan armut istediler. Hiç kimseye bir tane bile armut vermedi. Bana dediler ki gizlice git onun cebinden çal. Biz onu lafa tutarız dediler. Bende gittim arkasına dolandım Fevzi dayının. Feyzi dayı yere tam oturmuştu. Cepleri armut dolu idi ve yere yığılmştı. Ceplerinin ağzı ise tamamen açıktı. Karşıdakiler onu lafa tuttular. Ben altı yedi tane armut yürüttüm. Geçtim karşısına. Oradakilerede birer armut verdim gizlice. Herkes Feyzi dayının karşısında armutları yemeğe başlayınca durumu anladı. Benim çaldığımıda anlamış olacak ki sert şekilde küfürler etti.
-Ula bak seen neler ederdim emme babaan hatırı var, dedi.
Sonradan öğrendim ki rahmetli babamın en yakın arkadaşı imiş. Millette ona şöyle söyleniyordu aklımda kaldığına göre:
-Herkes senden armut istedi vermedin. Cebinden armutları biz çaldırdıh.
Ben ise oradan hızla uklaştım.

Alim Aydoğan - İstanbul

----------------------------------------------

35. Yazı - 05 Mart 2012
A L A F

Alaf köyümüzde ve çevre köylerde mala, davara, ata, eşeğe vb evcil hayvanlara yedirilen ot, saman ve yonca gibi kurutulmuş, mereklere basılmış yiyeceklere denir. Alaf konulan yerlere samanlık veya merek deniyordu köyümüzde.

1950 li yıllarda köy çok kalabalıktı. İlkokulumuzda iki yüzden fazla öğrenci vardı. İki yüz elli civarında aile yaşıyordu. Her hane sekiz on kişilikti. Ve her evin en az üç beş büyük baş, otuz, kırk da küçük baş hayvanı bulunuyordu. Köyde üç tane nahır çobanı tutulurdu: Yukarı mahalleye, Aşağı mahalleye ve Sogile. Aynı mahallelere üç tane koyun keçi, üç tane dana ve körpe çobanı tutulurdu. Ayrıca camuşlara da çoban tutulduğu olurdu. Yani köyde alaf düşmanı çoktu. Dört beş bin mal davar vardı en az.

Arazide mal davar geze dolaşa, otlaya, tırnakla otları eze eze ve seller toprakları ala götüre ot bitmez olurdu. Biten otları da mallar hemen hallederlerdi. Ekin tarlalarının çoğunu mal çobanları kenardan köşeden yayarak bir hevleğini yok ederlerdi. Yeteri kadar arazi olmadığı için kışa alaf biriktirmek yeterli olmazdı. Bazı yıllar ise kuraklık yüzünden alaf daha az olurdu. Bazı aileler güzün alafının durumu ve mal sayısına göre ayarlamak için bir malını etlik olarak ayırır ve de keserlerdi. Yada fazla malları ya satarlardı ya da diğer köylerden ot, saman alırlardı.

Kışın alafı kıt olan aileler altarnatif çarelere baş vururlardı. Dağdan bayırdan hulus otu biçerlerdi. Güzün gazel toplar getirirlerdi ormanlardan. Eşek dikeni biçer kurutup mereklere basarlardı.

Palut-pelit ormanı olan yerlerden bilik toplarlardı çuval çuval, sepet sepet. Özellikle öküzler için. Bilikleri köylüler kestane kavurur gibi kavurup afiyetçe de yerlerdi. Çaşır otu biçilir kurutulurdu. Her evin çaşırlığı bulunurdu. Kışın ortasında ise özellikle davara yedirmek için çam ağaçlarında olan çeküm denilen inci boncuklu yeşillik sepetlerle getirilip alaf olarak kullanılırdı. Bir de geven otu baharınan özelikle sökülür, dövülür, kabuğundan ayrılır mala davara yedirilirdi. Gevenin sökülmesi ise çok çok zor ve meşakkatli bir iştir. Büyüklerinize geven sökülme işini sorabilirsiniz. Çok yağlı ve besleyicidir. Yağlı kısmını insanlar da zevkle yerlerdi.

Bahara doğru çoğunun alafı biterdi. Konu komşudan alaf verenler olurdu olmayanlara. Bazen de komşu köylerden ırgatla gidilip sepet, haral ve telis çuvallarıyla alaf getirilirdi. Bir kısım zavallı ve fakir aileler ise alafsızlıktan oturup ağlarlardı.

Baharınan iki kadın köyde çeşme başında su doldururlarken helkilere, laf malların alafından açılır. Kadının biri alaflarının bittiğini söyler öteki kadına. O, "Gız sizin alafınız çohtu ya. Ne oldu alafınıza?" deyince alafları biten kadın şöyle der ötekine: "Gız benim alafım yeterdi yetmesine emme hau bizim eşek var ya o .ikti beni. Alafımız ondan doleyi yetmedi gız!" der.
Bu alaf tozu insanı çok yakar ve aşırı derecede rahatsız ederdi.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - İstanbul

----------------------------------------------

35. Yazı - 03 Mart 2012
TOPRAK EVDEN BACAYA TOPRAK ATMAK

Kırntı köyümüz bilindiği gibi konum olarak yamaç bir arazi yapısı üzerine konumlanmıştır. Eski evlerimiz çatısız, tek katlı ve iki gözlüdür genel olarak. Ocaklığın bulunduğu geniş bir bölme içinde tahta terek, ambar, peke ve çuvalların yer aldığını biliyorum. Yanda bir oda, iki göz arasında ise hayat denen bölme bulunurdu. On kişilik aile işte böyle iki gözlü evlerde fırfıkıç yaşarlardı. Evlerimizin içinde tuvalet yoktu o zamanlar. Hatta evlerin hiç tuvaleti yoktu. Hela diye tabir edilen tuvaletler daha sonraları evlerin dışına elal usül basitce yapılmaya başlandı. Evlerin bacaları düz ve toprakla kaplıydı. Bu günkü gibi çinkolu çatılar yoktu.

Evler yapılmaya başlanırken önce taş ocaklarından taş sökülür, kağnı arabalarıyla komşuların da yardımıyla öküz arabalarıyla ev yapılacak yerin yakınına taşınırdı. Köşe taşları ise Gorzaf Gedüğünden sökülüp aynı yardımlaşma ile kağnılarla taşınırdı. Ustaların gurbete gitmedikleri kış aylarında ise köşe taşları yontulup hazırlanırdı. Evlerin dış duvarları taş duvar olurdu. Genelde evin ön ksmı ile ara bölmeleri kerpiç duvar olurdu. Bazen de dolma denen duvarla yapılırdı. Kerpiç çamur ve saman karıştırılıp yoğrulur, bir kaç gün mayalandıktan sonra kalıplara dökülerek yapılıp kurutulurdu. Kerpiç ısı ve radyosyon yönünden en uygun yapı malzemesidir. Dolma duvar ise şöyle yapılırdı: Düzgün ağaçlar duvarın yapılacağı kısma seyrek seyrek çakılırdı. Araları çamur, taş ve ince ağaç dallarıyla örülürdü.

Duvarlar yapılıp üzerine tomruklar atılıp mertekler döşenirdi. Mertekler ardıç olursa çok dayanıklı olduğu için yıllarca çürümeden evin üzerinde dururdu. Evler yapılıp üzeri mertekle döşendikte sora bacaya toprak atma işleri yapılırdı. Düz çatı yapıldıktan sonra evin içindeki toprağın ve molozun bacaya atılması gerekiyordu. Bunun için bacanın tam ortasında yaklaşık elliye elli büyüklüğünde bir delik bırakılırdı.
*
Bir de küçük bir anı:
Deli Şükrü emceler evlerini yıkarlar ve yeni bir ev yaparlar, merteklerini döşerler. Toprak atma bacasını da bırakırlar. Evin içindeki moloz ve toprağı bacaya atmak için mahallenin gençlerini toplarlar. Delikanlılar bacaya bırakılan delikten malzemeyi yukarı atmaya başlarlar. Atarlar... Atarlar... Toprak yukarı yığılmaya başlar. Attıklarının bir kısmı geri dökülmeye başlar. Bizim delikanlılar Cip emcenin yapısını bildikleri için ona bir oyun oynamak akıllarına gelir. Maksat onu kızdırıp kendilerine ana avrat sövdürüp katıla katıla gülmektir. Şükrü emceye şöyle derler:
-Şükrü emi bah torpahlar aşa dökili. Sen bacaya çıh da torpah nereye çoh yıılmışsa bize seslen, nereye atacamızı söle. Biz de ona göre yuharı boş yerlere atah. Cip emice bacaya çıkar.
-Aha bacaya cıhdım! der.
-Torpa nereye, hangi daraf atah Şührü emmi? derler.
-Aha bu darafa atın uşahlar, diye atılacak yeri tarif eder. Delikanlılar Cip emcenin yerini sesine göre nerede durduğunu anlarlar. Ona şöyle seslenirler:
-Sahın yerinden oynama ha! Torpa biz ona göre atacaz, derler.
Hep birlikte küreklere taşı az toprak hazırlarlar. Hep birlikte aynı anda küreklerdeki toprağı Cip emicenin tepesine gelecek şekilde yukarı atarlar. Üstü başı toz toprak olur.
-Yanış atısız ula uşahlar! der Şükrü emi.
-Söyle nereye atalım? Sen nerdesin?
-Aha buradayım, yuharı atın!
Tekrar küreklerle troprağı Şükrü emcenin başından aşağı getirirler. Bu toprak atma işi üç beş kez tekrar eder. Şükrü emce dayanamaz artık ve başlar:
-Sizin ananızı avradınızı .ikerim! Piç oli piçler sizi! Defolun gidin buradan!
Bizimkiler gülmekten yıkılırlar. Geri kalan hafriyatı neşe içinde bacaya atarlar. Şükrü emcenin gönlünü alıp sinirini indirirler. Bir sahan cevizi paylaşıp evlerine giderler.

-----------------------------------------------

33. Yazı - 27 Şubat 2012
KÖYDE KURTLAR

Köyümüzde kurt ile ilgili çeşitli yaşantılar olmuş zaman zaman. 11 şubat 2012 de Arif Bal'ın cenazesi için köye gitmiştim. Kar ve kış çok yoğundu. Dağda hayvanların yiyecek bulmaları imkansız hâle gelmiş durumda. Güzün yavrulayan köpeklerin hayatta kalan yavrularının iki tanesi hariç hepsini kurtlar yemişler. Bir kaç da köpek yemişler. Kurtlar genelde köye ya Kân tarafından ya da okulun aşağısından dere boyu geliyorlar. Ben çocukluğumdan beri böyle biliyorum.

Kurtlar, köyümüzün en çok Soğuk Pınarın altındaki derede yuvalanmıştır. Yaylada duranlar bu bölgede kurt yavruları bulduklarını söylüyorlar. Yavruları yaylaya getirdikleri günün geceleri kurtlar koyun ve keçi sürülerine saldırmışlar. Ve yavruları inlerine geri gidip bırakmışlar çocuklar aile reislerinin baskısıyla. Kurt bölgesi olarak bir de tütün deresi ve çermik mıntıkaları ile Kuzuluktan taşlı tarlaya inen sırt bilinmektedir. Yeniköy'le bizim köyün arasındaki bölgede çok kişi kurt gördüğünü söylemektedir. Sığınak'a da olduğu bilinmektedir.

Kurtlar kışın aç kalınca ve kış çok yoğun geçince çok tehlikelidir. Aç kalınca her şeye saldırırlar. Sürü hâlinde saldırmaları çok tehlikeli oluyormuş. Avının yüzüne gözüne kuyrukları ile kar tozu püskürtürlermiş. Her biri bir taraftan şaşırtarak saldırıp avının işini hemen oracıkta bitirirlermiş.

Köye gittiğimizde Sarıkızgilin Muharrem ve eşi gece oturmadan gelirken evlerinin orda iki kurt görmüşler. Korkularından birbirlerini çekiştirerek eve zor girmişler. Ama kurtlar onlara saldırmamış.

Çocukluğumda yaşadığım bir olay aklıma geldi. İlk okula yeni başlamıştım. Bir gece, bir evden bizim eve geliyordum. Çok kar vardı. Mahallede her ev insan kaynıyordu. Uruşan gilin kapısından Zilifgile doğru tek başıma hoplaya zıplaya bizim eve döndüm ki tam evin kapısında bir köpek ağzı kapıya değecek şekilde duruyor. Ben eve yalaştıkça köpek de geri geri Hamzagilin harmanı tarafına doğru gidiyordu. Ara da ona bakıyordum. Benden on beş yirmi metre uzaklaşmıştı. Ben tam bizim evin dış kapısının çenciğine tutup kapıyı açacaktım ki hayvanın kurt olduğunu anladım. Beni büyük adam sandı sanırım ki geri geri gitmişti. Aniden hızla bana saldırdı. Ben kapıyı zor açıp içeri tepildim ve kapıyı örttüm. Kurt bir saniye daha erken saldırsaydı beni beklide yakalayıp hapur hupur ederdi. Belimi içeri geçirerek kapının arkasına yaslanmıştım. Kapıyı öylesine hızlı çarpmışım ki annem hemen yanıma geldi. Olayı heyacala ve titreyerek anlattım anneme. Beni içeri götürdü. Zırzadan su geçirip okuyup üflediler ve o suyu bana içirdiler. O gece annemle birlikte yattım.
*
En az on yıldır köpekler kurt sürüsü gibi devamlı dağda ve ormanlarda yaşamağa başladılar. Yabanileştiler. Bazen insanlara da saldırır gibi oluyorlar. Arazide bunları görenler oluyor. Kurt sanıyorlar. Yemin billah kurt diyorlar. Bunlar yabanilemiş it sürüleri. Bizim yaylanın çevresinde Cimbom Hüseyinle çok görüyoruz. Ben tek başıma arazide gezinirken hemen her gün bir veya birkaçına rastlıyorum.

Ali Aydoğan - Çekmeköy - 25 Şubat 2012

----------------------------------------------

32. Öykü - 25 Şubat 2012
ZÜĞDÜN KAÇAĞI
(Gorucu Goymi, İnek Doymi)

1949 yılıydı, beş yaşındaydım, daha yukarı değil. Evin mallarını Hasan Ağbim yaymaktadır. Ben ise bacağının nasıl kırıldığını bilmediğim topal ineği yaymaya gidiyorum. Daha doğrusu zorla gönderiliyordum. Ağlaya zırlaya ineği otlatmaya gidiyordum. Hemen hemen her gün ite kaka ve zılgıt yiyerek iki gözüm iki çeşme gidiyordum. Bazen ağlamaktan ineği göremiyordum. İnek topal olduğu için sağa sola kaçamıyordu.
Bugün beş yaşındaki çocuk yemeğini bile kendisi yiyemiyor. Bazıları da annesinin, babasının kucağından inmiyor. Ben Çakırgilin veya küçük mezarlıkların oralarda ineği otlatıyordum. İnek ot bulamadığı için çoğu zaman ekin tarlalarına girip tarlalara zarar veriyordu. Tarla sahipleri ise beni hırpalayıp tıkıçlıyorlardı. O zaman kıraç yerde ineği otlatıyordum. İnek ise kıraç yerde karnını doyuramıyordu. Bu durum ise beni rahatsız ediyordu. İstiyordum ki ineğimin karnı iyi otlasın ve karnı pıspıtıl olsun. Ekin tarlalarına yanaştığımızda ise arazi korucusu gelip beni kıraç yerlere doğru kovalıyordu. Korucudan çook çok korkuyordum. Arazi korucusu ise o yıl Gayirin Ali'siydi. Korucu bazen de beni bizim eve şikayet ediyordu.
Zamanla benim iştahım kesilmiş. Yiyip içmez olmuşum. İştahım kaçmış. Çok zayıflamışım. Uykularım kaçmış. Rahmetli annem bu durumu anlamış. Beni sorguya çekmiş.
-Oğlum Ali yemek yiyip içmiyorsun? Uykuların kaçtı. Zayıfladın. Ne oldu olum? demiş.
Ben de:
-Ana yazıya gidirim korucu goymi, züdün gaçana gidirim inek doymi! demişim.
Bunları sonradan annem anlattıkça öğrendim zaman zaman. Annem de bana:
-Ben korucuya tenbih ettim, o sana bişe demiyecek korkma! demiş de yemem içmem, uykularım düzelmiş.
Bu olayı rahmetli annem kayın pederim Arif Amcaya çokca anlatırdı. O da her dinlediğinde bu olayı ağzından şoot akarak gülerdi her seferinde. Nur içinde yatsınlar!
Bu hatıramı rahmetli olan annem Yetre'e ve kayın pederim Arif Amcaya ithaf ediyorum.

Alim Aydoğan - Çekmeköy - 24 Şubat 2012

----------------------------------------------

31. Yazı - 23 Şubat 2012
KIŞIN KÖYE GİTME, CENAZE VE MEZARLIK KONUSU

Anşagilin Arif'i, aynı zamanda benim kayınpederim on bir Şubat iki bin on iki günü yola çıkarıldı. İstanbul'dan gelen eş-dost ve akrabalar Ankara'ya yas için geldiler. Bir kısmı çeşitli nedenlerle İstanbul'a geri döndüler. Ankara'dan da binenlerle birlikte otobüsle Kırıntı'ya doğru yola çıkıldı.

Akşam saat on dokuzda hareket edildi. Hadi hayırlı yolculuklar. Mevsim icabı kış şartları çok tedirgin edici. Havalar oldukça soğuk ve kar yağışlı. Köyden alınan bilgilere göre bir metre kar olduğu söyleniyordu. Endişe içinde gidiyoruz. Belki kar yağışı tekrar başlar, köye varış ve defin sırasında yoğun kar yağışı olabilir diye hepimiz oldukça endişeliyiz. Neyse ki gittikçe rahatladık. Yollar gayet iyiydi. Suşehri-Şebinkarahisar yol ayırımına kadar yolda çevrede kar yoktu. Kar bu yol ayırımından sonra başladı. Gitgide kar yoğunluğu artıyordu. Konaklı'nın sapağa vardığımızda kar kalınlığı yarım metre olmuştu. Köyün yolunu kar püskürtmeli grayder ile çok güzel açmışlar. Arif amcaların kapısına kadar yol açılmış. Hava güzel ve güneşli. Kışa göre harika bir hava vardı. Kar kalınlığı seksen santime yakındı ortalama.

Cenaze bilinen usüllere uyularak defnedildi. Duası yapıldı. Ailesine başsağlığı taziyelerini sundu eş-dost. Ailesine buradan tekrar baş sağlığı diliyorum sevenleri adına. Akşam ailesi yemek verip kuran okuttular. Sabah mezarı ziyaret edildikten sonra minibüslerle Konaklı sapağına inildi, otobüse binilip Ankara'ya gidildi. Ailesi ve gelenler indirilip İstanbul'a devam edildi.

*
Kışın cenaze götürüp defnetmek çok zor ve meşakkatli oluyor. Mezarlığın çevresini Gülagilin Hüseyin'i çok güzel açmış, sağ olsun. Eline sağlık kınalı Hüseyin'in. Arif amcanın mezarı hazır olduğu için sorun yoktu. Kışın köyde insan çok çok az. Hele çalışacak insan, mezar kazacak insan hiç yok gibi.

Şu bilinmeli ki kimin ne zaman öleceği belli değil. Kış şartlarında mezar kazdırıp hazırlamak için insan yok gibi artık. Köylü bir araya gelip de hazır mezar yapımını bir türlü beceremedik. Artık herkes başının çaresine bakma durumunda. Bence herkes kendi mezarını yazdan açtırmalı diyorum. Yoksa kış şartlarında sıkıntılı ortamlar yaşanabilir.

Cenaze hizmetleri yapılırken de bazılarımız elimizi soğuktan sıcağa pek vurmuyoruz. Bu konuda eli tutanları ve sağlığı yerinde olanları biraz daha duyarlı olmaya davet ediyorum. Devamlı yardımcı olanlara herkes adına buradan elinize sağlık diyor, sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.

Alim Aydoğan - 23 Şubat 2012 - 18: 00 - Çekmeköy - İst.

----------------------------------------------

30. Öykü -02 Şubat 2012
ÇAŞIR

Köyümüzün yaşamında önemli bir yer tutan çaşır otu hakkında bu yazıyı yazmak bana özel bir haz veriyor. Köyümüz çok kalabalıktır. Arazi artık her şekilde ne insanlara yetmekte nede hayvanlara yetmektedir. Köyde iki nahır bazen üç nahır sürüsü olurdu. Davar sürüsü, iki körpe sürüsü, dana sürüsü gibi sürüler... Ayrıca at, eşek bolluğu, ayrı yayılan camuş, manda, hemen hemen her evde bulunurdu. Hâl böyle olunca hayvanların kış alafı kıtlığı olurdu. Ot, saman, yonca, çayır otu, mısır calazı, fiğ otu, korunga gibi hayvan yiyecekleri yetmiyordu. Bazen geven bitkisi bazen de gazel tedarik edilir alaf olarak saklanır kışın mala davara yedirilirdi.

Çaşır, bilindiği gibi çok yeşil ve çok dallı, gür otsu bir bitkidir. Çok insanın hoşlandığı bir kokusu vardır. İlkbaharda hemen filizlenir, yaz ortasına doğru imece ile biçilip bir araya biriktirilir, kurumaya bırakılırdı. Çaşır biçilirken biçenler ve çaşırı taşıyıp toplayanlar için önemli bir tehlike vardı. İnsanların yüzlerini ve açıkta kalan çilt kısımlarını can acıtacak kadar yakar ve derilerini havlatırdı. Bu acının tadını her çaşır biçen ve taşıyan yaşamıştır. Hele hele kurumuş çaşırı sırtında yük olarak taşıyanları tozu daha fena hâlde yakar ağlatacak durumlara getirirdi. Kurumuş çürümüş köklerinde ise bir şey olur insanlar onu afiyet ve zevkle yerler. Köklerini yaban hayvanlarının yediği de olur. Çaşır sarp, yüksek yerlerde olduğu için taşımasıda ayrı bir dert ve sıkıntıdır. Sırtla taşınır köye. Sabah teninde taşınırdı. Sabah teninde taşımazsanız çaşır otu un ufak olurdu. Köyde her evin veya sülalenin çaşırlığı vardı. Bazı çaşırlıklar köyün bazı arazilerini tarif etmek için kullanılmaktaydı: Hancı gilin çaşırlığı gibi.

Bir çaşır yaşantım var. Onu anlatayım. Bir yıl sonra öğretmen olacağım . Irgat hâlinde Hasanağanın Dolandığı Daşın yukarısında çaşır biçiliyor. Ben taşıyorum. Ama sırtımla değil. Çaşırı yük edip iple sıkıca bağlayıp arkam sıra aşağı doğru yavaş yavaş indirip bir alana biriktirmeye çalışıyorum. Çaşır yükü beni bir iki kez yüz üstü düşürdü. Hafiften yaralandım. Öğle yemeği için deredeki gözenin oraya o gün çaşır biçen haneler toplandı. Yemek yemeğe başladık. Hemen bizim çaşırlığın yanında Gopuhların çaşırlığını da Anşagilin Bayram kayunçogil biçiyordu. Yemek yerken Bayram Bal bana takılmaya başladı. Bir ara bana şöyle dedi:

-Kızlara fors edecem diye çaşırı sırtında daşımasan eyle yükün altında galırsın! Oh oldu sana!
Ben de hemen şöyle dedim otomatikman:
-Kızlara .aptıraym!

O kızların içinde şimdi hanımım olan Fadik de vardı birkaç kızla birlikte. Ve ben çaşır taşımayı bırakıp köyün yolunu tutum. Tam Sığnağa döneceğim kayalıklarda tekerlenip yüzükoyun düşerken ellerimin tabanını öyle bir yere kaydırarak çarptım ki. Ellerimin ikisinin de taban kısmından derisi sıyrıldı. Fadik, beni seyrediyormuş meğerse, tam da düştüğümü görmüş. Zaman zaman bu olayı anlattığımda Fadik hep şöyle söylüyor:
-Sen gızlara .apdırı mısın! Nasılmış? Oh olmuş!

Alim Aydoğan - İzmir - 26 ocak 2012

----------------------------------------------
29. Öykü - 28 Ocak 2012
ESME HALA VE BİLAL AMCA

Çok eski senelerde olan ve yaşanmış bir olaydan, kız nazlanmasından veya halkın deyimiyle madder bildirmesinden bahsedeceğim.

Bilal emmi delikanlılık dönemindedir. Çapkın ve havalıdır. Kızlar tarafından beğenilen bir delikanlıdır. Esme kızı dolandırmayı aklına koyar. İstemeye başlar. Delikanlılar kızlara seni istiyorum, seni seviyorum diyemezlerdi o zamanlar. Kızlar kimin kendisini istediğini hissederlerdi. Bunu bakışlarından anlarlardı. Bazen de kız arkadaşları tarafından:
-Kıız, seni filancı itiyormuş! Niye been demedin? Seni gidi zilli seni! gibi sözlerle takılarak dolaylı yollardan kıza onu kimin istediğini söylemiş olurlardı.
Kızlar da:
- Kaç ordan herif sende ! Beni kimse istemiy! O da nerden çıktı vıyy? gibi laflar ederlerdi.

Gönlü olan kızlar ise bedenlerinin her hareketi ile durumlarını açığa vururlardı. Ses tonlarından bile gönüllü olup olmadıkları anlaşılırdı. Köyde herkes kimin kime gönlü olduğunu bilir veya hissederdi.

Esme kızın da gönlüne su serpilmiştir. Bilal delikanlıya sevdalıdır. Onu görünce eli ayağı dolaşır olmuş. Artık herkes Esma'nın Bilal'a gönlü olduğunu bilmektedir.

Yazın ekinler biçilmeye başlamıştır köyde. Gülhanımlar ev halkıyla birlikte yazıda Velişıh'ın çeşmesinin yakınında ekin biçmektedirler. Bilal, kızın ekin biçtiği tarlayı haber alır. Köyden aşağı yanında başka bir delikanlı ile o tarafa doğru giderler. Kız, Bilal'ın yaklaştığını görür. Ekini orakla çalımlı çalımlı biçmeye başlar. Kendince işveli ve nazlı hareketler yapmaya başlar. Başını bağlar, çözer. Saçını başını düzeltir. Başını kaşır. Arada kaçamak kaçamak Bilal'a bakışlar atar. Kızın bu hallerini oradakilerde sezer ve gizliden kızı takip ederler. Biraz sonra oradakilerden durumu bilenler Bilal ve arkadaşını tarlaya çağırırlar. Bilal tarlaya gidince Esme kızın eli kepeğine karışır. Yapmakta olduğu işleri hep yarım yamalak yapmaya başlar. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Bilal kızın biçtiği ekinleri keme koyup bağ bağlamaya başlar. Esma kız daha hızlı ve edalı hareketlerle orak çalmaya başlar. Ve bu durum gün boyu sürüp gider.

Esme ile benim Yeter annem birbirine yakın yaştadırlar. Kaynanası benim bibimdir. Esme kız saf, temiz kalpli, kötülük bilmeyen, içi dışı bir olan bir yapıdadır. Kimseyi mahallede kırdığını duymadım ben. Herkes ondan memnundur. Kendisine şaka yollu takılmaları bile fazla galeye alan bir yapısı vardır.

Annem, Esme kızın ekin biçerken Bilal emmiyi görünce ve o günkü davranışlarını abartılı abartılı her kalabalık ortamda zaman zaman anlatır. Esma hala yıllar yılı annemin bu takılmasına kızıp dururdu. Anneme şöyle laflar ederdi:
-He he gocam he! Töbe kız canımı çoh yahısın. Get başımdan herif.
Annem de:
-Öyle deyl mi? Bilal gelince ekini nasıl biçeceğini bilemiydin emme. De bahıym kız eyle deyil miydi? gibi cümlelerle saldırmaya devam ederdi.
Çoğu zaman Bilal amca da bu sataşmalara tanık olurdu. Esme halaya dönüp ona şöyle seslenirdi:
-Yunacak, Yeter seni kızdırıyor. Torpah başan senin!
Esme ile Yeter'in bu sataşmalarına mahallede herkes defalarca rastlamıştır. Çok eğlenceli ortamlar oluşurdu. Herkes güler geçerdi. Hepisinin ruhu şad olsun!

ALİM AYDOĞAN - İzmir- 24 Ocak 2012 - 16:48

----------------------------------------------

28.Öykü - 25 Ocak 2012
KOZALAK KEŞİĞİ GÜNÜ YAŞADIKLARIM

İlkokul ikiden üçe geçtiğim yılın ağustos ayı sonları. Sıcak yaz günlerinden bir gün. Bizim evin halkı kozalak toplamak için birkaç kişi ırgat toplamışlar. Ev halkı da var üç-beş kişi. Bana şöyle dediler:
-Biz kozalak toplamak için bulduğumuz adamlarla birlikte Karadoruk'un arkasına gideceğiz sabah erkenden. Sen öküz arabasını koşar oraya peşimize gelirsin. Durmuş'u da yanında getirirsin.
Bu Durmuş, Feride ile Hüseyin Çavuşun oğlu Dayı Durmuş dedikleri Durmuş. Dayı Durmuş beş altı yaşlarındaydı sanırım o sene.

Sabah kalktım ki ev halkı ve topladıkları kişiler çoktan gitmişler kozalak toplamaya. Annem Durmuş'la beni yedirdi. Hemen kalktım kağnı arabasını kayışladım Arabanın dişlerini yağladım. Sicimi ve ipleri arabanın üstüne attım. Öküzleri koştum. Ho! dedim öküzlere. Sogilin -sofugil- arkasından giden yoldan devam edip Pirdelli değirmeninin altından Büyük Dereyi geçip yama ve yokuş yola yukarı vurduk, gidiyoruz. Yol yokuş, çok dik. Yaylaya giden araba yolu orasıydı. Yamayı çıkınca Armutlu Düze çıkılan tehlikeli bir yoldu.

Durmuş, arabanın üstünde ön gopların arasında ayakları aşağı sallanır şekilde oturuyordu. Ben ise arabanın önü sıra öküzleri ve arabayı idare ederek yokuşu çıkmak üzereydik ki birden ne olduğunu o an anlayamadığım bir olay oldu. Kağnı arabası öküzlerden kurtulmuştu. Yamaçaşağı hızla tepe takla gidiyordu. Dayı Durmuş üstündeydi. Bu arada hemen şunu da belirteyim: Öküzler boyundurukla beraber arabadan ayrılır ayrılmaz beni yere düşürüp üzerimden geçip yere kapaklandılar. Bana bir şey olmamıştı, korkum Durmuş'daydı. Ayağa kalktığımda bir baktımki Durmuş yerde ağlıyor. Hemen yanına koştum. Her tarafına baktım, birşeyi yoktu. Ayağa kaldırdım. Yürüttüm. Güzel yürüyordu. Yarası beresi yoktu. Az sonra ağlaması kesildi. Öküz arabası ta dereye indi, takla atarak. Abdallının değirmeninin yanından derenin karşısına geçmişti. Arabanın yanına indim. Arabada bir iki gop ve birkaç kazık kırığından başka hasar yoktu. Çok şanslıydım. Hem arabada hem de çocukta bir şey yoktu. Öküzleri getirdim. Kayışı onarıp arabaya öküzleri koşup yola koyulduk. Madenin Derenin yanından yukarı doğru giden yolu izleyerek gide gide Karadoruğun arkasına vardık .

Olayı korkarak anlattım. Hemen çocuğu kaptılar. Her tarafını konrol ettiler, arabaya baktılar.
-Eh! Çok ucuz atlatmışınız. Allaha şükür! Sadakanız verilmiş! Hadi get sende birikmiş yerlerden kozalak taşı , dediler bana.
Gücümün yettiği kadar birkaç sefer yaptım. Son bir defa daha gittim kozalak getirdim, arabanın yanına çuvalı bıraktım. Tekrar gidiyordum ki Halil ağbimle Hüseyin ağbim beni yanlarına çağırdı. Yanlarına yaklaştığımda baktım ki ellerinde bana ait bir sigara tabakası var. Tabakayı göstererek:
-Habu tabakayı been ver, dedi Hüseyin ağbim. İçindeki sıgaraları cegetiyn cebine goyduh. Bütün sığara paketine ellemedik. Ne diysin, dediler.
Ne diyebilirdim. Utancımdan yerin dibi yarılsa içine girsem diyordum. Başım önümde eğik. Kan ter içindeyim. Gıkım çıkmıyordu.
- Cıgarayı iç. İç emme alışma sakın. Delikanlısın arkadaşlarının yanında mahcup olma. Cıgara bulundur emme içme olur mu? gibi aflar ettiler.

Bu sıkıcı ortamdan nasıl kurtlacağım diye beklerken isteğini tekrarladı:
-Tabahayı al diysen alacam, yohsa cebine koyacam, diye söyleniverdi.
İster istemez cevap vermem gerektiğini anlamıştım. Zar zor işitilir bir sesle şöyle cevapladım utana sıkıla:
-Al tabaha senin olsun abi, dedim.
Tabakamı kırk yamalıklı ceketimin cebine koydular. Hayatımda en çok terlediğim ve skılıp utandığım olaylardan birini yaşamıştım. Onlar iyi ve yumuşak davrandıkça ben daha da kötü oluyordum. Halil Ağbim beni bu azap dolu durumdan kurtarmak için olacak sanırım sevecen bir sesle:
-Hastir çabuk get burdan! diye beni kovaladı.
Çok çok sevdiğim tabakam elimden gitmişti. O günlerin yoklukları içinde çok önemli ve de değerliydi tabakam. On dal sigara alıyordu. Gümüş rengindeydi.
Ağbilerim sağ olsunlar hatalı davranışlarımda hep bana olumlu ve de ılımlı davrandılar.

Alim Aydoğan - İzmir - 23 Ocak 2012

----------------------------------------------

27.Öykü - 23 Ocak 2012
DABAK

Hayvanları oldum olası çok sevmişimdir. Öğretmen Okulunda okuduğum yıllarda bir çift öküzümüz vardı. İkisi de altın sarısı rengindeydi. Bunları sattılar. Eve bir çift tosun aldılar. Bu tosunlar sanki satılan öküzlerin birer kopyasıydı. Çıtak boynuzları sipsivri ve öne yukarı doğru düzgün biçimde büyümüşlerdi. İnsana çok yakın duruyorlardı. Sevilmelerine, okşanmalarına fırsat veriyorlardı. Satılanlara pek emeğim ve sevgim geçmemişti. Bu tosunlar hiç koşulmamıştı. Koşulmamış öküzlere acemi diyorlardı. Bu alım satım olayı güzün olmuştu. Bir kaç gün sonra ben Erzurum'a Öğretmen okuluna okumaya gittim

Bahar geldi. Köye geldim. Mayıs ayı sonu. Köyümüz bu günkünün yarısının yarısı kadar yeşil ve çiçekli. Bahar ekinleri ekilmiş. Tarlalar yemyeşil. Tosunlarım kışın çok iyi bakılmış. Kıçları başları bulh bulh ediyordu. Güzün okula gitmeden önce onlara beş altı teneke bilik getirmiştim Paltuçukur'dan. Bilik hayvanlara çok iyi yarıyor ve onları semiz yapıyordu. Fiğle beraber yemlenerek iyi beslenmişler. Ben onları hem arazide otlatıyordum hem de tarlaların ekilmemişlerini herk (nadas) ediyordum zaman zaman. Onları okşuyor seviyordum. Öyle seviyordum ki yat dersem yatıyorlardı, kalk dersem kalkıyorlardı. Karınlarını en iyi şekilde doyuruyordum. Öğleyin bir ağacın altında yatırırdım. Saatlerce yatsalar kalkıp yanı başındaki ekinleri yemezdiler. Çoğu zaman da o tosunlar beni severlerdi. Bu sevgilerini ben onları severken onlarda beni yalayarak severlerdi. Birkaç yıl böyle canciğer bir arada yaşadık.

Yaz tatilini bitince Eylül ayında okuluma gittim. Geriden öküzlerimi satmışlar. Bana köye geldiğim güne kadar söylemediler. Çünkü onları ne kadar sevdiğimi, onlarlarsız olamayacağımı çok iyi biliyorlardı. Bu acı gerçeği köye gelince öğrendim. Sonsuz yıkıma uğradım. Nereye sattıklarını söylemiyorlardı. Başka öküz veya tosun da almamışlardı. O yaz köyde sığırlarda ismi dabak olan bir hastalık vardı. Hayvanlar yürüyemez ve ayakta duramaz hâldeydiler. Ağızlarından salyalar akıyordu. Yem ve yiyecek yiyemiyorlar, otlanamıyorlardı. Zayıflıktan hayvanlar bir deri bir kemikti.

Bir gün akşam üzeri kapının önünde geziniyordum. Güneş bir masta yukardaydı. A Aaaa! Oda ne!? Bir baktım ki benim öküzlerim gelmiyor mu? Gözlerime inanamadım. Evet evet, bunlar benim tosunlarımdı. Zar zor yürüyorlardı. Onlar da dabak olmuşlardı. Öküzler nara atarak peş peşe dama doğru beni de sollayıp geçtiler. Boynuzları ile damın kapısını açıp içeri daldılar. Hemen peşlerinden dama gittim. İkisi de kendi yerlerine gidip dikilmişlerdi. Yine nara atmaya devam ediyorlardı. Gittim onların boynuna sarıldım. Ağladım, ağladım... Ağzım burnum sümüklere karışmıştı. Param olsa hemen gidip onları geri almak istiyordum. Ama bu mümkün değildi. Gece damda tosunlarımın yanında yattım. Onları seve seve uyumuş kalmıştım.

Sabah Konaklı'dan sahipleri geldi. Canlarımı benden koparıp aldı gittiler.

Alim Aydoğan

----------------------------------------------

26.Öykü - 18 Ocak 2012
BİT İLACI

1944 doğumluyum. Yaşamımda çocukluğum ayrı yer tutar. Dört yaşımda topal ineğimizi ağlaya ağlaya yaymağa başladığım yıllardı. O yıllar ve önceki yıllar yokluk yoksulluk yıllarıydı. Ayaklarda çarık, yırtık yamalı çoraplar. Biz erkek çocuklar bile dokuma denilen fistan çizgili elbiseler giyerdik. Çoğumuzun yedek elbisesi yoktu. Elbiseleler kırk yamalıktı.

Evler, yataklar, elbiseler bit kaynıyordu. Bite köylüler kehle derlerdi. Bit insanların yüzlerinde, kulaklarının içinde, saçlarının içinde hatta bazen ellerinin üstünde açıktan açığa gezerlerdi. Kimse kimseyi ayıplamazdı, ayıplayamazdı. Çünkü herkesin ortak baş belasıydı kehle.

Peki insanlar bitten kendilerini, evlerini nasıl korurlardı? Koruyabiliyorlar mıydı? Sabun ve detarjan yoktu. Sabun sonraları çıktı piyasaya. Detarjan ise yıllar sonra evlere girdi. Çamaşırlar sıcak suda kaynatılırdı. Kazanın içine odun külü atılırdı. Bazen kil denen yağlı yapışkan çamurumsu toprak atılırdı kazanların içine. Bu çamaşır yıkama işleri ağaç leğenlerde veya dere kenarlarında dere suyuyla yıkanırdı. Annelerimiz, bacılarımız, gelinlerimiz, kızlarımız çamaşırları elle ovalayarak yıkarlardı. Çoğu zaman ise özel yapılmış kalın, kısa bir sopa olan tokaçla yıkarlardı. Çamaşırları kadınlar yıkarken tokaçla düğme ve çıt çıtlarıda vura vura kırarlardı. Bu tür temizlik işleri bitten çok fazla evleri ve insanları koruyamıyordu. Peki neyle bitten korunmaya çalışıyorlardı?

Evlerde ocak başında gür alevli ateşler yanardı. Bitli çamaşırları alev alev yanan ateşin üstünde fırıl fırıl hızlıca semah döner gibi döndürürlerdi. Bitler ateşe düştükçe çatır çatır ses çıkarırlardı. Bu olayıda insanlar güle eğlene alaya alarak yaparlardı ve seyrederlerdi.
-Yiğin iyisi bitli olur, kapıda it, yiğitte bit! derlerdi.

Yazın yazıda malları yayarken hiç unutmam şöyle bir ses Civrişon'dan bizim köye doğru gelirken bas bas bağırıyordu:
- De de te! De de te! Bit ilcıııı! Bit ilacııııııı!

Köylü zamanla DEDETE almaya başladı. Evlerde çamaşırlara dedete ilacı sürülmeye başlandı. Bitler azalmaya başladı zamanla. Gazyağı ile ilacı karıştırıp kadınların ve erkeklerin başlarına sürerek bitten kurtulmaya çalışılıyordu. Gazyağı ise başımızın derisini rahatsız edecek derecede yakıyordu.

Yıllar, yıllar! Yıllar sonra bitten halk kendini kurtardı. Halkı Bitten kurtaran DEDETE benim için en büyük sağlık buluşuydu.

Yaşasın bilim ve teknoloji! Yaşasın bilim adamları!

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 18:50

----------------------------------------------

25.Değerlendirme - 14 Ocak 2012
BURGABABA ŞENLİKLERİNİN YAPILDIĞI YERLE İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME

Burgababa şenlik yerinin yapımı, yer paylaşımı ve oradaki çalışmalara halkın katılma durumu hakkında bu köşede çeşitli tenkitleri okudum. Herkesin görüşüne saygım sonsuz. Bazı görüş ve fikirler çok ideal gözükmesine rağmen Kırıntı Köyünde uygulama şansı olmayan fikirler gibi geliyor bana. En azından uygulamaları gerçekleştirecek bir lider ve ona yardım edecek heyete ihtiyaç var. Neyse benim buradaki yazacağım görüşlerimi bazıları karşıt görüş gibi algılayabilir, ben karşıt görüşlü değilim. Nedenlerini veya yapılan yanlış tutum ve uygulamaları vurgulamaya çalışacağım.

Köyde bazı işler yapılmaya başlamadan önce mangalda kül bırakmayanlar iş ciddiye binince ortadan toz oluyorlar, işin hep yıkım tarafına çalışıyorlar. Gerçekten iş yapmak isteyen insanların önüne olmadık engeller çıkarıyorlar. Bazılarımızda her işe yardım ediyor veya yapıyormuş gibi sağda solda metleniyoruz ama aslında elini soğuktan sıcağa vurmuyoruz. Birisinin bir işe girişmesi durumunda ise -bir çıkarı olmasa- o işi yapmaz, -ben onu biliyorum, onu bana sorun - diye dedikodu üretiyorlar halkın arasında. Halkın da çoğunluğu aynı kafada olduğu için olumsuzluklar galip geliyor çoğu zaman. Bir kısmı da köy halkımızın uygulamalardaki tutumunu tam bilemediği için yanlışa düştükleri oluyor. Herkes kendini en akıllı ve bilgili gibi lanse ediyor. Uygulama şansı olmayan yan fikirler öne sürüyorlar.

Gelip geçmiş dernek yöneticilerine teşekkür ediyorum. Hemen hepsi ellerinden geldiği, bütçeleri ve bilgileriyle köye büyük hizmetlerde bulundular. Zaman zaman yapılanlarda yanlış uygulamalar oldu. Ama hepsi iyi niyetli olarak köyü ve köy kalkı için çalıştı. Öpüyorum onları.

Bazı önemli hatalar yapıldı. Bunlardan aklıma gelenleri yazacağım:
Birincisi: Köyün yolunun ilk asfaltlanmasından sonra açılış törenine diğer dernekleri davet etmeyi derneklerimiz üstlenmemeliydi, muhtarlığa yaptırmalıydılar.
İkincisi: Aşığın Pınarında yapılan geleneksel Karaburga şenliklerinin yerininin değiştirilmesinde yapıldı. O günün dernek yönetimi, köy halkına ve muhtarlığa hiç danışmadan bugünkü şenlik yerine (Doruktepe) karar verip başlamaları hata idi bence.

Çoğu zaman dernek yönetimleri muhtarlığı ve ihtiyar heyetini hiçe saydı veya hiç hesaba katmadılar. Muhtarları bir nevi devre dışı bıraktılar. Bu devre dışı bırakma olayı Tandurluğun Dereye köprü yapımında yaşandı. Yani muhtarları beğenmediler çoğu zaman dernek yönetimleri. Ben burada muhtarlarımızı korumaya çalışmıyorum, Muhtarlığın gururunu korumaya çalışıyorum.

Şenlik yeri yapılırken şeçilen yer yanlış veya doğru seçilmiş olabilir. Bu durum çok önemli. Ama yer seçilip çalışmalar başlayınca halkımız yanlış tutumlara girdi. Köy halkından belli kişiler hemen hemen her gün gelip çalıştılar. Bazı işlere ise tek tük gelip birer gün çalışıp yardım edenler oldu. Dernek yönetiminden birkaçı canla başla çalıştılar. Kendilerine o zamanda teşekkür etmiştim, buradan bu teşekkürlerimi yineliyorum.

Şenlik yerine oba yerlerinin yapılması için köy halkı çalışmaya davet edildi. Edildi ama çok az sayıda insan gelmişti. O gün yok olan insanlar, çok yaygara kopardılar. O gün Dernek Yönetimi ise şöyle bir uygulamaya gitti. Herkes kendi yerini kendisi onarıp düzleyip oturacak hale getirsin dendi. Ve hekes kendi oturma yerini düzenledi. O gün gelmeyenler birkaç gün içinde gelip oba yerlerini düzenlediler. Hiç gelmeyenler ise o gün bu gündür vay efendim orası babalarının yeri mi, ben gidip otuyayım da bakalım kim beni kaldırabilcek göreyim, gibi laf ebeliği yapılıyor. Herkese oba yeri yapacak kadar çok çam altı var. Herkes buyursun yapsın. Güle güle şenliğini yapsın. Şenlik yerindeki protokol çardağı yapılırken yine belli kişiler çalışıyordu. Koskoca Kırıntı Köyü'nden çatıya çinkoları çakacak bir usta yoktu. Çinkoları iki öğretmen çaktık. Biri ben, biri de Hüsnü hoca. Hüsnü hoca o gün hasta hasta çalıştı. Ben burada çalıştığım için bunları yazmıyorum. Kırıntı köyünün çoğu usta. O gün nerdeydiler? O gün orada olmayanlar sonradan ahkam kestiler, şimdi hâlâ kesmeye devam ediyorlar. Yapılanları en azından sözlerimizle destekleyelim. Ortalıkta birşeyler yapıyormuş veya yapmış gibi kendini lanse eden insanlarımz var. Lütfen herkes elini taşın altına azıcıkta olsa soksun. Köy bizim köyümüz. Yaşasın köyüne hizmet edenler. Dedikoducular o yana, hizmet edenler bu yana buyursunlar. Ne mutlu ki Kırıntılıyız.

Alim Aydoğan - Kırıntı

---------------------------------------------

24. Öykü - 12 Ocak 2012
EKMEK TEZE ET TEZE
YE MÜRTEZE MÜRTEZE

1950'lerden önceki yıllarda köylüler tuz ihtiyaçlarını kaya tuzu ile giderirlermiş. Kaya tuzu ise Erzincan'ın Kemah'tan veya Bayburt'tan getirilirmiş. Bu tuz getirme işi eşeklerle olurmuş. Bir kaç komşu arkadaş olup Kemah'a veya Bayburt'a gurup hâlinde tuza giderlermiş. Yaz veya sonbahar mevsiminde gidilip eşeklerle tuz getirilirmiş. Tuz getiren aileler ise konu komşuya tuz dağıtırlarmış.

Abdallı Mahallesinden bir kadın ise kocasının getirdiği kaya tuzundan komşularına bol kepçe dağıtırmış her yıl. Kocasının canına tak etmiş karısının tuzu bol bol dağıtması. Bir seferinde kadınını da yanı sıra tuza götürmüş. Geri dönmüşler. Komşular yine tuz istemeğe gelmişler. Tuzun zahmetini gören kadın tuz isteyen komşulara şöyle demiş:
-Ben kendi getirdiğimden vermem ama herifin getirdiğinede karışmam!

Bu yazıyı yazan ben Alim'in dedesinin dedesi olan Mürteze ekinler biçilirken Bayburt'a eşeğiyle tuza gider. Tuza gidip gelme beş altı gün sürmektedir. Mürteze'nin geri gelme zamanı yaklaşmıştır.

Mürteze, nerde rastlasa yemek yenen sofraya destursuz oturur, ne bulursa yermiş. Az yermiş, çok yermiş ama mutlaka yermiş. Yemek seçmeden her evde sormadan danışmadan bismillah deyip başlarmış afiyetçe yemeğe. Çok sevimli ve hoş sohbetli, sakin birisiymiş.

Bir gün Aşağı Mahalleden bir hane, çok büyük bir tarlalarının ekinini biçtirmek için ırgat toplar. Tırpancılar tırpanla, orakcılar orakla ekini biçmeye başlarlar. Kemciler kem yaparlar. Zorcular biçilen ekinleri toplarlar. Yine ekinden yaptıkları bağlarla veya kemle ekinleri bağlar, bir alana toplayarak part- yığın yaparlar. Tırmıkcılar tarlayı tırmıklamaya başlarlar. Usta bir tırpancı ise tırpancıların körelen tırpanını dövmektedir. Çocukların görevi ise ırgata gözeden devamlı su taşımaktır.

Öğle yemeği zamanı gelir. İki kadın, ellerinde yemek bakraçları, sırtlarında yiyecek dolu sepetlerle köyden ırgatlara yemek getirirler. Irgatlardan biri eliyle işaret ederek:
-Bakın uşaklar yemeğimiz geldi, der. Mürteze'ye belli olmaz, Kemah'a tuza gitmiş olsa da, birden ortaya çıkıp yemeğimize dalabilir. Şu başı çıkaralım da o ortaya çıkmadan yemeğimizi yiyelim.

Adamın tahmini tutar. Tam bu sırada dedem Mürteze eşeği ile kırandan çıkar. Bakar ki Aydın Paarı tarafında tarlada ekin biçilmektedir, eşeği doğruca oraya sürer.

Azıklar tarlanın ortasındaki ahlat ağacının altına dizilmiştir. Ev sahibi ırgatlara bir de oğlak kesmiştir. Dedem Mürteze cıkıları, azıkları açar, başlar iştahla yemeye. Irgatlar işi bırakıp gelene kadar karnını doyurur. Sırtını ahlata dayar, bir cıgara sarar, yakar ve keyfli keyfli tüttürmeye başlar. Irgatlardan biri ona bakar bakar ve şöyle der:
-Ekmek teze et teze, ye Mürteze Mürteze!
Bu cümle günümüzde bile hâlâ atasözü gibi kullanılmaktadır.
Soyaçekimden olsa gerek, dedemiz gibi biz de boğazımıza düşkünüzdür.

Alim Aydoğan - Kırıntı - 19:39

---------------------------------------------

23.Öykü - 08 Ocak 2011
İLKOKUL ÇANTAMIZ NEDENDİ ?

Bizler ilkokula giderken 1960'lı yıllarda devir bu zamana hiç mi hiç uymuyordu. Bugün her türlü olanak var. Kalem, defter, çanta, açacak, silgi, kaplık ve diğer araç-gereçler çok harikalar. Bizim zamanımızda ki silgiler yazıyı silecek yerde hepten kapkara ediyordu. Kalemlerimizi jilet veya ekmek bıçağı ile açıyorduk. Açarken çoğu zaman parmak veya tırnaklarımızı kesiyorduk. Kitap ve defterlerimizi bulabilirsek çimanto torbası kağıdı ile kaplıyorduk. Sarı yapraklı defterimize yazı yazarken defterler hemen yırtılırdı. Kalemlerimiz çok sertti. Ama alfabe kitabımızı hiç unutamıyorum. Çok güzel ve hoşuma giden yazı ve tekerlemeler vardı.

Her neyse gelelim konumuza. Okul çantası olarak ya azık koyduğumuz mal yayma çantamızı kullanırdık ya da tahtadan yapılmış çantayı kullanırdık. Bu tahta çanta kısaca şöyle yapılıyordu: On beş cm en ve otuz beş-kırk cm boy, iki cm kalınlıkta iki tahta, yirmi-yirmi beş cm boyunda iki adet kısa tarafının tahtası kare prizma şeklinde birbirine çivilerle çakılırdı. Bu şeklin iki yüzü ise daha ince ve geniş tahta ile kapatılıp testere ile üst kapağı daha az derinlikte olmak üzere ikiye biçilirdi. Sonra menteşelerle iki kapak birbirine tutturulurdu. Bir de ağzını kapamak için çengelli düzenek yapılırdı. Bu tahta çanta her öğrencide olmazdı. Olanlar ise çok şanslı idi. Çantası olmayanlara olanlar hava atardı. Bu çantaları başka bir amaçla da kullanırdık. Kışın kar yağdığı zamanlarda kaykı olarak da kullanırdık. Bu nedenle çantalarımız tez yıpranırdı. Evdekilerden azar iştir veya dayak yerdik. Bazen de çantalarımızı birbiriyle çarpıştırırdık. Daha çabuk kırılırdı.

Bir gün gezdim dolaştım. Etem Gilin kapısından geçerken baktım ki Cemal Ağbim çok sinirlenmiş kızıp duruyor. Ben de oraya saptım. Ağbimin sinirli yapısını bildiğim için öyle izliyordum. Etemlerin Hüseyin'ine tahtadan okul çantası yapıyordu. Tahtalara her çivi çaktığında tahta yarılıyordu. Tahta yarıldıkça esip bağırıyordu. Sanki bir şeyler suçluymuş gibiydi. Etrafındakilere kızıyordu. Kimse gık edemiyordu. Bir baktım ki tahtalara çakmaya çalıştığı mıhlar çok kalın ve uzun. O kalın mıhlardan birini daha çakıyorduki ben hemen aceleyle 'O mıhı çakma tahta yarılır!" der demez nalini sırtıma pekitti. Öteki nalini de arkamdan savurdu ama tutturamadı. Oradan hızla uzaklaştım. Sonradan öğrendim ki o kalın mıhları her çaktığında tahta yarılmış, o sinir olmuş. Benim sözlerim sinirini iyice artırmış. Elindeki keserle kırıp haşat etmiş.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 4 Ocak 2012 - 15:05

----------------------------------------------

22.Öykü - 05 Ocak 2011
KÂN'DA ODUN HIRSIZLIĞI

Köyümüzün adının Kırıntı olmasının sebebi ormanları devrin şartlarına göre kıyım yapmasından aldığını hepimiz biliriz. Devam eden orman kıyımının son yılları idi. Köy halkı Almanya ve büyük şehirlere göç etmeye başlamıştı. Orman kıyımının son yıllarıydı. Kuzuluk'u İbil Amca bekçiliğinde korumaya almıştı köy halkı. Ama Civrişon (Konaklı) köyü ormanından yani Kân'dan odun ve sırık hırsızlığı yapılmaya devam ediliyordu.

1961 Yılı. Şehri hala'nın kocası Mustafa amca (köydeki lakap isimleri Enni Mustafa ya da Gadı Mustafa'ydı.) Bir gün bana şöyle dedi:
-Akşam beraber Kân'a oduna gidelim. Sizin eşşe alalım. Eşşen yükünün bi tarafı sizin, bi tarafı bizim olur. Biz de elimizde birer sırıh alır geliriz. Civrişonlular ormanı gece gelip beklimiş. Yastı namazından sona gidersek da iyi olur. Hazırlan. Girebiyn, ipiyn hazır et. Eşşen de semerini vur. Yularını da bağla.

Gece yatsı vakti geldi. Hazırlıklarmı yaptım. Eşeğin semerini vurdum sırtına. Yularını bağlayıp dışarı çıktım. Enni Mustafa amca ile küçük mezarlıkların yanından aşağı Kân yolundan aşıp dereye indik. Gökyüzünde tam dolunay, ortalık gündüz gibi. Eşekle beraber ormana daldık. Eşeği bir ağaca bağladık. Başladık pat-küt odun etmeye. Bir hayli odun etmiştik ki aşağıdan insan sesleri gelmeye başlamıştı. Sesler bize doğru yaklaşıyordu.
-Mustafa emi neydeceğiz? Bizi yakalayacaklar! Çok korkuyorum, dedim.

Sen korkma der gibi beni okşadı. Hemen yanımızda suyun selin yarması insan boyundan yüksek bir dere gibi yer vardı. Derenin yukarı başı şelale gibi birden dik olarak biten bir yapıdaydı. Eşekle birlikte dereye indik. Derenin en sonuna gittik saklandık. Sanki saklandığımız yer özel oluşturulmuştu tabiat tarafından. Üzerimiz ağaç dallarla kaplanmış durumdaydı. Köylülerin aha şurda, daha orda diye seslerini duyuyorduk. Yani çok yakınımızdaydı Civrişonlular. Biz ise durmadan ediyorduk yakalanmamak için. Tam sesler bize yaklaştığı sırada bizim eşeğin eşekliği tuttu, anırmaya başladı:
-Aaii aaiii!

Civrişonlular eşeğin sesini duymuşlardı. Bah ula eşşen sesi haşuradan geli, yoh lan öteden geli diye laflar kulağımıza geliyordu. Bu arada Mustafa emi çabucak eşeğin ağzını kapatıp yularıyla bağlamıştı. Eşek artık anırmıyordu.
Etrafımızda epeyce dolandılar. Bizi bulamadılar. Biz olduğumuz yerde saatlerce korku içinde bekledik. Korka korka dışarı çıktık Odunumuzun eksiğini tamamlayıp eşeği yükleyip köyün yolunu tuttuk. Beni bir daha oraya oduna kimse götüremedi. Çünkü yakalansaydık kemiklerimizi kırarlardı. Olur ya belki de öldürürlerdi.

Alim AYDOĞAN

----------------------------------------------

21.Öykü - 03 Ocak 2011
SARISAKAL'LA MEZİRE'DE NE YAŞADIM?

Sanırım 1963 yılının Temmuz ayı ortaları. Köyde hasat zamanı. Fiğ, mercimek, arpa gibi ürünlerin tarlalardan biçilip harmanlara getirilme günleri. Komşular o devirde birbirleriyle çok yardımlaşırlardı. Bir isteği olursa komşunun isteği mutlaka yerine seve seve getirilirdi. Hatta hısım akraba, eş dost ve komşulara kendileri istemeden de işlerine el atılır, bitirene kadar yardıma devam edilirdi. Bazı durumlar ve özel günlerde ise her türlü işlerini bırakıp komşunun işine el atılırdı.

Durmuş öğretmenin babasına Sarısakal derlerdi. Sarısakal benim halamın kocası idi. Halaya bu devirde teyze diyorlar. Elmas halamı biz tüm kardeşler olarak annemiz kadar çok sever, sayardık. Sarısakal emmiyi de bir o kadar severdik. Halamgilin çocukları ile Yeter halanın çocukları olan bizler birbirlerimizi kardeşmiş gibi severdik. En azından ben öyle hissediyordum. Bugün bile aynı saygı, sevgi ve yakınlık içinde görüyorum iki aileyi.

Bir akşam SARISAKAL (İbrahim) amca bize geldi. Hoşladık. Ben elini öptüm. Yemek yendi. Çay içildi. Bir hayli zaman geçtikten sonra İbrahim amcaya bir isteği olup olmadığı soruldu.

-He var dedi ve arkasından ekledi. Mezirede Urişangilin tarlasını bilisiz. Oraya fi ekdiydik. Fileri biçdik yıın yaptık. Beş altı öküz arabası fi çıkar. Habu Alim'i öküz arabası ile yarın bize verin de fiyi çekelim.

Sabah oldu. Öküzleri arabaya koştum. İbrahim amca da kendi arabasını aldı. Birlikte tarlaya gittik. Öküzleri çözdük. Kağnı arabasının birisine dirgon ile fiği yükledik. İkinci arabayı yüklemeye başladık. Ben kağnı arabasının üzerindeydim. İbrahim Amca ise dirgon ile tapul tapul fiğ demedi atıyordu arabanın üstüne. Yarıya kadar yüklemiştik ki İbrahim amca şöyle dedi:
-Sen aşa in. Ben arabanın üstüne çıhıym, sen yıından fi ver.

İndim aşağı. Çıktım yığının üstüne. O yığının yanından önce yüklenmiş olan arabanın arkasına geçti. Kendisini göremiyordum. Eskiden büyüklerimize karşı çok saygılı ve edepliydik. Onların yanında istemedikleri hiç bir şeyi yapamazdık. Hayatımda en çabuk terlediğim, kızarıp bozarıp ve utandığım bir olayı yaşayacağımı nerden bilebilirdim.
-Oğlum Alim, ateşin, cigaran varsa yının arhasına bırah da ben alırım, dedi Sarısakal amca.

İşte o anda terledim, sıkıldım, utandım. Yer yarılsa da yerin dibine girsem diyordum içimden. Hiç ses çıkarmadım sigara içtiğimi bilmesin diye. İsteğini yeniledi.
-Cigarayı aşa bırah ben alırım.
İsteğini devamlı tekrarlıyordu. Daha fazla dayanamadım. Köylü sigarası isimli paketi ve kipriti aşağı attım. Gidip alıp bir dal yaktı. Sigarayı ve kipriti aynı yer bıraktı. Benim onları almamı söyledi. Almadım.
-Sen cebine koy, içersin, dedim.

Aldı cebine koydu hiç ses etmeden. Arabaları yükledik. Öküzleri koştuk. Fiği harmana getirip yıktık. Aynı gün iki sefer daha fiğ yükleyip taşıma işini bitirdik. Ama bende bittim o gün. Çünkü İbrahim amcanın yüzüne bakamıyordum hiç. Sarısakal öyle bir sigara keyfçisiydi ki sigaranın külünü avucunun içine alıp, ağzına atıp yutuyordu.

Alim AYDOĞAN

----------------------------------------------

20.Öykü - 30 Aralık 2011
GAZOCAĞI YILLARINDA ÇAY DEMLEMEK

Altmışlı yıllar. Mevsim yaz. Temmuz ayı sonları sanırım. Güneş her tarafı cayır cayır yakıp kavuruyor, gölgede bile bunaltıyordu. Yine öyle bir günün öğlen sonu eve geldim. Evde o zamanlar elektrik yok. Eve suyu çeşmeden helkilerde annelerimiz, gelinlerimiz, kızlarımız ve bacılarımız omuzlarında çakak denen boyunduruğa benzeyen bir araçla taşırlardı. Su evde helkilerde dururdu. Eve geldiğimde rahmetli Cemal Ağbim ve Elmas Hala oğlu Durmuş öğretmeni gördüm. Evde hiçbir bayan olmadığından beni görünce sevindiler.

Bana iş yaptıracaklarını anlamıştım. Yanılmamıştım. Önce soğuk su içebilmek için beni helkilerle çeşmeye gönderdiler. Sonra birayla sigara almak üzere Talip'in bakkalına gidip döndüm. Biraları soğuması için helkinin içine koydurdular.

Cemal abim çok dürüst ve dobra bir kişidir. Düzenli olmayı seven, isteyen ve uygulayan, uygulatan biridir. Eşyalar yerinde değilse, kayıpsa veya bir tarafı kırılmış, zarar görmüşse ev halkını haşlar, en sert fırçasını çekerdi. Söyleyeceklerini söyledikten sonra da hiç bir şey olmamış gibi hoş ortam yaratmayı da sever, uygulardı. Çok merhametli ve hediye vermeyi canı gönülden yapmayı seven biriydi. O devrin ortamı öyle olduğu için belki kızdığı konu, iş ve hatalı davranışlara karşı kişileri tıkıçlardı. Bu tıkıçlama işi ise ellerine ayakkabı olarak taktığı nalinlerle olurdu. Zaman zaman ev halkı bu nalinlerden nasibini alırdı. Ben de az sonra nalini yiyeceğimi nerden bilebilirdim. Cemal ağbim şöyle seslendi:
-Alim, biralar soğuyuncaya kadar çay içelim. Gaz ocağını getir ben onu yakayım. Sende çayniği getir.

Gazocağını bulup elime aldım ki içinde gazyağı yok. Gazocağını ağbimin yanına götürdüm.
-Bunda gaz yağı yok ağbi, dedim.
-Gazyağı şişesini getir dedi.
Baktım şişede de gazyağı yoktu.
-Şişede gazyağı yok, dedim.

Ses tonundan kızmaya başladığını anlamıştım.
-Honiyi getir, dedi. Gazyağı tenekesini de getir. Şişeye gazyağı koyalım. Şişeden de gazocağına gazyağını koyarız.
Honiyi baktım bulamadım. Yerinde yoktu. Aramaya başladım. Neticede honiyi bulamadım. Arar gibi yapıyordum. Ağbim bunu anlamıştı. Böyle durumlar hiç hoşuna gitmezdi. Sinirlenmişti. Bana ağzına geleni sıralıyordu.
-Gel yanıma lan! diye kızgın bir sesle bağırdı.

Korka korka yanına yaklaştım.
-Eğil bakayım!
Eğildim. Kulağımdan yakaladı. Var gücüyle çekiyordu. Arada da pestil gibi ufalıyordu.
-Sen bu evin erkeği değil misin? Honinin nerede olduğunu bilmiyorsun. Honiyi her gün bakacaksın yerinde mi değil mi diye. Yerinde değilse gidip honi alıp yerine koyecaksın, gibi sözler ediyordu.
Kulağım hâlâ elindeydi. Habire çekiyordu. Canım çok yanıyordu. Kulağım yerinden kopacak gibiydi. Bir anda bir de okkalı bir tokat indi yanağıma. Bu tokat bana yıldızları saydırmıştı!

Gazyağı tenekesinden şişeye, şişeden gazocağına kağıttan yaptığımız honiyle gazyağını koydum. Ağbim ispirto ile gazocağının başlığını yakarak ısıttı. Gazocağının pompası ile pompalayarak gazocağını yaktı. Çay suyunu çayniğe koyup kaynattık. Demledik. Çayı içtik. Sonra da biraları çekmeye başladılar.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 29 Aralık 2011 - 20:40

----------------------------------------------

19.Öykü - 25 Aralık 2011
AZIK ŞİŞELERİ YILLARINDA TAŞ YUVARLAMAK

Küçüklüğümüzden bu güne Cimbom Hüseyin'le iyi arkadaşızdır. Onun on iki, benim on yaşlarında olduğumuz yıllardayız. (1954)
Hüseyin'le gece gündüz beraberiz. Mal yaymağa giderdik. Çantamızda sac ekmeği, çükelik ve tırtıllı rakı şişesine konmuş çalkama, ayran veya yoğurdumuz katıklık olarak bulunurdu. O zamanlar yokluk var, rakı şişesi bulmak çok çok zor bir olaydı. Birisi köyde rakı içecek de boşalan şişeyi sizin eve verecek ki içine katıklığınızı koysunlar. Siz de uzun ve sıcak yaz günlerinde şişedeki aurtuyu çantanızdaki kurumuş sac ekmeği ile katıklık yaparak karnınızı doyurasınız.
Biz çocuklar azarken, koşarken veya birbirimizle dalaşırken şişemiz kırılırdı. Çok üzülür, çok korkardık. Çünkü büyüklerimiz şişeyi neden kırdınız diye bizleri ara sıra marizlerdiler .
-Daha nerden şüşe bulalım! El adama şüşe mi verir? derlerdi.

Sıcak yaz günlerinden bir gün annelerimiz çantamıza azığımızı koydular. Önlerimize malları kattılar . Haydi uğurlar olsun dediler.
-Şüşeyü gırmadan gerü getürün ha! diye sıkı sıkı tembihlediler.
İki arkadaş birlikte malları alıp araziye otlatmaya çıktık. Sığın ormanının dereye doğru malları yaya yaya ormanın yukarısına geldik. Bulunduğumuz yer çok yamaç. Kademe kademe terek diye tabir edilen kayalık bir bölge. Mallar yamaçta bizden yukarı bölümde otluyorlar.
Yamaçlarda bulunup da kaya yuvarlamayan var mıdır bilmem? Biz de kaya yuvarlamaya karar verdik. Çantalarımızı yere koyduk. Başladık gücümüzün yettiği kayaları, taşları yerinden söküp yuvarlamaya.
Bir ara yukarıdaki terek taşların üstüne çıktım. Hüseyin aşağıda, ben yukarda taş yuvarlamaya devam ediyoruz. Ben yuvarlak teker gibi bir taşı tam yuvarlamak için hazırlandım. Baktım ki Hüseyin tam benim yuvarlayacağım taşın doğrusunda duruyor. Ona seslendim:
-Hüseyin kaç oradan, kenara çekil! Kaçıl oradan!
Kaçmadı. Yine uyardım. Beni duyuyordu ama duymazdan geliyordu. Sonunda:
-Tamam Ali, sen yuvarla, ben kendimi korurum, dedi.
Bunun üzerine taşı aşağı doğru koyverdim. Taş zıplayarak, yere vurup havaya kalkıp tekrar yere vurarak hızla Hüseyin'e doğru, tam ona çarpacak şekilde gidiyordu.
Hüseyin, tehlikenin büyüklüğünü anlayınca sağa, sola kaçmaya çalıştı. Taş son anda her yöne dönebilirdi. Hüseyin çok şaşkındı. Telaşa kapıldı.
Ya ben? Korkudan kaskatı kesilmiştim. Taş, tam ona çarpacak gibiyken gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Neredeyse kalbim duracaktı.
Gözlerimi açtığımda tehlikenin savuştuğunu, taşın Hüseyin'in aşağılarına doğru yuvarlandığını gördüm. Hem de tam da bizim azıkların olduğu yere doğru yuvarlanıyordu.
Taş, azıkların üzerinden geçerken gözümüz gibi sakındığımız şişelerin şangır şungur sesler çıkararak kırıldığını gördük. Hemen Hüseyin'in yanına indim. Ona sarılıp öptüm.
-Çok korktum Hüseyin! Ya, sana bir şey olsaydı?
Şişelerin kırılması umurumuzda bile olmamıştı. Ama akşam eve gittiğimizde annelerimizin umurunda olduğunu gördük. Bir güzelce azarlandık. Azarlansak ne ki Hüseyin'e bir zarar gelmemişti ya önemli olan buydu. Artık bir daha taş yuvarlarken çok dikkatli olacaktık.

Alim Aydoğan - Kırıntı - 25 Aralık 2011 - 15:45

----------------------------------------------

18. Öykü -21 Aralık 2011
DARI BEKLEMEK

1944 doğumluyum. İlkokul birden ikiye geçtiğim yılın yaz ayları, yani sekiz yaşındayım, Darı tarlaları gelişti. Koçanları tanelenmeye başladı. Ayılar, darıyı çok sevdikleri için geceleri tarlaları perişan ediyorlardı. Bazı evler, ayıdan darı tarlasını korumak için birkaç metre uzunluğundaki yere çakılı dört sırık üzerine tahtadan bir kulübe yapıyordu tarlasına. İçine yatağını yorganını atıp sabaha kadar nöbet tutuyordu.
Bizim de Emişen Paarında darı tarlamız vardı. Hemen yanımızda ise Şavgu amcaların darı tarlası vardı. İki darı tarlasının ortasına ortak bir kulübe yapılmıştı.
Bir gün Şavgu amcanın oğlu Hüsnü amca ile bizi darı beklemek için yolladılar. Tarlaya vardık. Sessizce kulübeye çıkıp oturduk. Işık yakmak yok. Konuşmak yok. Sessizce ayının gelmesini bekliyorduk.
Hüsnü ağbi benden on yaş kadar büyük. Bazen havadan sudan konuşsak da çoğunlukla zamanımız sessiz geçiyordu. Görevimiz uyanık kalmak ve ayı geldiğinde elimizdeki tencereleri çalarak hayvanı ürkütüp kaçırmaktı.
Çok heyecanlıydım. Şimdiye kadar böyle bir macera yaşamamıştım. Ayıyı gördüğümde tencerelerle o kadar gürültü çıkaracaktım ki köydekileri bile uyandıracaktım. Bir yandan da korkuyordum. Ayı, ağaca çıkabiliyormuş, ya ağaca tırmanmaya kalkarsa. Yani heyecanım son haddindeydi. Hüsnü abi duygularını fazla belli etmiyordu. Heyecanlı mıydı, korkuyor muydu, anlayamıyordum.
Ay ışığının aydınlığında görebildiğimiz kadarıyla çevreyi gözlüyor, tüm seslere, çıtırtılara kulak kabartıyorduk.
Gece yarısını geçerken bazı karartılar görür, gürültüler duyar gibi olduk. Tencereleri elimize almış çalmaya hazırlanmıştık. Ama umudumuz boşa çıktı, karartılar kayboldu, gürültüler kesildi. Sonra yine yerimize çöktük. Sessizliğe büründük.
Zaman ilerledikçe Emişen Paarı çevresinden çıt çıkmaz oldu. Uykum gelmişti ama uyanık kalmaya çabalıyordum. Çabalamam boşa çıktı. Gözlerim kendiliğinden kapanmaya başladı. Sonunda uyumuşum da haberim olmamış.
Ertesi gün öğrendim ki Hüsnü abi de uyumuş. Biz uyuyunca artık saat kaçta gelmiş belli değil, ayı darı tarlasına dalıp haşat etmiş.

Alim Aydoğan Kırıntı - 18 aralık 2011 - Pazartesi - 16:00

----------------------------------------------

17. Öykü -17 Aralık 2011
BENİ TANIDIN MI?

Çal'dan Elvanlar'ın Kazim ile Şehrigilin Halil'i gençlik arkadaşıdır. Hem de can ciğer arkadaştırlar. Yiyip içtikleri ayrı gitmez.
Zaman gelir Kırıntı Köyü boşalmaya başlar. Halil 1963 yılında Almanya'ya işçi olarak gider. Yıllar geçer, iki kafadar ayrı düşer bir türlü buluşamazlar. Sadece arada bir mektuplaşabilirler.
Elvanların Şiran'da dört katlı büyük bir binaları vardı. Alt katında dükkan, ikinci katında ise kahvehaneleri vardı. Yandan ve dışardan ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Binanın geri kalan kısımları ise otel olarak kullanılıyordu.
Yılar sonra Halil ağbim Kırıntı köyüne izine gelir. Mevsim kıştır. Havalar soğuktur. Köyden Halil bir kaç arkadaşı ile Şiran'a inerler. İşlerini gördükten sonra Elvanların kahvesine giderler. Başlarlar bulüm oynamaya. Çay kahve getirir garson. Kağıt oynamaya kendilerini kaptırırlar.
Elvanlar'ın Kazim de biraz sonra kahveye gelir. Kağıt oynayan Kırıntı'lılara bakar, ilgi bekler. Kimse onun geldiğine aldırış etmez. Kazim yanda bir masaya oturur onları seyreder. Daha çok Halil'i dikiz eder. Halil de ara sıra Kazim'i kaçamak bakışlarla gizlice takip eder. Hiç tanışlık vermez.
Elvanların Kazimi ise bu duruma içerler. Şiştikçe şişer. Ayağa kalkar ve gider Halil ağbimin başına dikilir. Burnundan solumaktadır hırsından. Halil arkadaşına kızgın ve kinayeli bir ses tonuyla şöyle söylenir:
-Ula HALİL İbram! Göynün ne gadar büyümüş senin.
Kazim hiç aralık vermeden sözlerini şöyle sürdürür:
-Ula Halil, sen beni tanımadın mı?
-Hayır tanımadım!? der Halil.
-Madem tanımadın da niye havlamadın?
Bu hakaretin altında kalmak istemeyen Halil:
-Peki sen beni tanıdın mı? diye sorar Kazim'e.
-Tanıdım, der Kazim.
Halil ağbim, gerekli cevabı yapıştırır:
-Tanıdın da niye kuyruk sallamadın?
Sonra kalkar sarılıp öpüşürler. Hasret giderirler.

Alim AYDOĞAN - Kırıntı - Kasım 2011 -14:30

----------------------------------------------

16. Öykü -17 Aralık 2011
KAMİL ONBAŞI

1911 yılında BALKAN SAVAŞI başlamıştır. Çocukluğumdan beri duyduğum bir toplu askere gitme olayı vardır: O yıllarda KIRINTI köyünden bir seferde topluca yüz beş kişi askere alınır. Seferberlik yılarıdır. Bu askere alınan yüz beş kişiden biride benim babam olan ŞEHRİNİN KAMİL'idir.
Bu yüz beş kişiden söylentiye göre üç kişi köye geri dönmüştür. Geri dönen şanslı askerlerden biride Kamil'dir.
Kamil doğuda sınırda askerdir. Hava soğuk ve kar kıştır. Kamil'i uç sınır noktasında bir gece nöbete götürürler. Babam nöbetini tutarken karanlıkta düşman tarafından sesler gelir. Kamil kim o parolayı söyle! der. Karanlıktan gelen ses:
-Benim oğlum, komutanın yüzbaşı Mustafa.
-Ben komutan momutan tanımam. Parolayı söyle!
Ses giderek Kamil'e yaklaşmaktadır.
Kamil tekrar seslenir:
-Dur! Kıpırdama! der ve tüfeği o tarafa doğrultur . -Bir adım daha atarsan seni vururum. Ellerini kaldır ensene koy! Yavaşça yere yat!
-O ses yine bir şeyler söylerse de yanındaki nöbetçi arkadaşıyla adamı yakalar ellerini arkadan bağlarlar.
O kişi yine ben senin komutanınım der. Kamil komutanını tanır ama görevini hakkıyla yapmak için yakaladığı adama:
-Ben seni tanımıyoum, der.
Tekme tokat ite kaka birliğe alır getirirler. İlgili komutana teslim ederler. Orada ellerini çözerler. O kişi kendini tanıtır. Kamil tanıdığını çaktırmadan şöyle der:
-BEN KOMUTAN TANIMAM. BEN GÖREVİMİ YAPARIM. VATANIM İÇİN HERŞEYİ YAPARIM. Der. Yatakhaneye git yat derler. Selam verip oradan ayrılır.
Bu olaydan sonra okuma yazma bilmeyen KAMİL'e komutanları ONBAŞI rütpesi takarlar. Kırıntı Köyünde artık O KAMİL ONBAŞIDIR.
Kamil Onbaşının oğlu olmak bana sonsuz gurur ve haz vermektedir.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü -16.12.2011 - 16:12

----------------------------------------------

15. Öykü - 27 Kasım 2011
YEMEK YEME SIRASI

Deli Şükrü amca, ağbim Halil İbrahim'in kaynatası. Gelinim Fatma'yı nişanladıktan sonra Dudu hala ve cip amca devamlı yedirip içirmek için evlerine çağırıp karnını doyuruyorlardı.
İstisnasız bu yemeğe çağırma durumu devam ediyordu.
Halil ağbim nişanlısını kaçırdı. Bu kaçırma işi ailenin düğün yapacak gücü olmadığı için kaçırmayla oldu.
Cip amca Halil ağbimi dışarlarda bulamazsa gelip evden çağırırdı. Yemeğe çağırırken de damadı Halil’e şöyle seslenirdi:
-Dudu halan sana yemek yaptı. Seni çarı. Hadi tosunum gelde ye.
Halil Ağbim ise her çağırmalarında gider yemek yerdi.
Bu yemeğe çağırıp yemek yedirme işi devam edip gidiyordu.
Birgün yine Halil ağbimi yemeğe davet etmiş Deli Şükrü:
-Hadi tosunum Dudu halan seni yeme çarı, der.
-Halil ağbim bu isteğe şöyle cevap verir:
-Bak Şükrü emi her gün sizde sizde yemek yeme olmaz. Bir gün sen beni çağırırsın gelir yerim, bir günde ben size gelir yerim, demiş.
Deli Şükrü, damadının ne dediğini anlayamaz. Sakin bir tavırla:
-Olur tosunum olur, diye karşılık verir.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 22 Kasım 2011 - 09:46

-----------------------------------------------

14. Öykü - 24 Kasım 2011
TAVUK HIRSIZLIĞI

Köydeyiz. Konu komşunun tavukları köydeki delikanlılar tarafından geceleri çalınıp aralarında afiyetle yeniliyordu. Tavuğu çalınan evler, şüphelendikleri tüm delikanlıları açıktan açığa suçluyorlardı. Ben pek öyle çalma işlerine karışmazdım ama beni de tavuklarını çalan birisi olarak ara sıra suçluyorlardı. Bazıları ise beni baş hırsız olarak suçluyorlardı. Bunlardan biri ise ABBAS emmi idi.
Eylül ayının başları. Ekinler harmanlarda dövenle sürülüp sapla saman ve buğday tanelerinden ayırma zamanıydı. Bu iş harman makinesi ile -tınaz- yapılırdı.
Abbas emmi, biz delikanlıları o günlerde açıktan açığa tavuklarımı siz çaldınız diye herkesin yanında direkt olarak suçluyordu. DELİKANLILAR bir araya geldik. Aramızda konuşup maddem Abbas emmi bizi hırsız olarak suçluyor biz de onun tavuğunu çalalımda görsün o zaman. Dersini alsın diye karar aldık.
-Peki bu işi kim yapacak? dedim.
-Kim yapacak sen yapacaksın bu işi! dedi arkadaşlarım.
-Neden ben? dedim.
-Çünkü senin evin onlara yakın. Hem de en çok seni suçluyor. Bu işi sen yapacaksın! dediler.
Bu bir emir idi sanki bana. Pek hoşuma gitmedi ama delikanlılık gururumla kabul ettim.
-Hadi seni görelim koç seni! dediler.
Gündüz tam öğlen vakti. Abbas emmi kendi harmanlarında döven sürüyordu. Ben fırsat bu fırsat dedim. Evden bir avuç buğday aldım, Abbas emminin evinin alt tarafına damlarının kapısına gittim. Benim bulunduğum yeri o göremiyordu. Tavuklara yem serperek dama doğru yürümeğe başladım. Tavuklar peşimden dama girdiler. Kapıyı kapadım. Bir tavuk tuttum. Kafasını boynundan büküp kanadının altına soktum. -BÖYLE YAPINCA TAVUKLAR HİÇ SES ÇIKARMAZ, DEBELENMEZLER- Bacaklarından tutup yanımda getirdiğim pardösünün içine sarsarmalayıp koltuğuma aldım tavuğu. Çıktım dışarı. Arkadan dolanıp Abbas eminin evinin boynuna dolandım ki Abbas emmi yolda duruyor. Tam yanından geçerken beni durdurdu:
Koltuğunun altındaki ne? diye sordu. O anda tavuk koltuğumda hafif pardösüyü ırgaladı. Ben hemen hareket ettim ve Abbas emmiye şöyle diyerek oradan hızla uzaklaştım:
- Sizin tavuk!
Çırak Celal'ların eski evlerinin körük odasında pişirip afiyetçe yedik.
Yılar sonra ABBAS emmiye bu olayı hatırlattım. Gülerek:
- Olsun canım, eyi etmişsin, dedi.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 2011 Kasım - Pazartesi - 10:26

----------------------------------------------

13. Öykü - 22 Kasım 2011
TAVUKLAR ÖLMÜŞ OĞLUM!

Bin dokuz yüz altmış iki yılı Şubat ayında karne tatili için kırıntı köyümüze geldik Erzurum Ilıca Öğretmen okulundan. Yer gök kış ve kar yağışlı. Köye çok zorluk çektik Civrişon'dan yukarı. Ama esas anlatmak istediğim bu zorluk değil.
Rahmetli annem çok sevindi geldiğime. Evde bulunan ne varsa bana pişiriyor.
Bir gün:
-Olum canın ne istise ondan pişirim de ye. De been ne pişirim? Canın ne isti?
-Anneciğim ne pişirirsen ben onu yerim. Sen sıkıntı etme kendine. Benim için annemin yaptığı her yemek çok güzel ve çok leziz. Oh oh oh yemede yanında yat!
-Söyle olum söyle seen ne bişirim?
Annem bir kaç gün israr etti bana ne pişireceği hakkında.
Baktım isteğinde çok israrlı. Yine aynı soruyu sorunca şöyle dedim:
-Anacığım ben ne istersem yapacan mı? Ne istersem pişirecek misin?
-He bişirecem! De bahıym?
-Anne o zaman bana evelik yoğurtlaması yap da yiyeyim.
-Kış günü ben eveliği nerden bulayım? bulamam ki! dedi.
-Anneciğim bulamazsan yapmazsın, olur biter! dedim ve arkasından başka bir isteğim vardı şakacıktan. Kışın köyde tavuklara kıran girmiş. Herkesin tavukları üçer-beşer ölmeye başlamış. Annemin topu topu üç tavuğu vardı.
-Anaa!? Gel tavuğun birini kesip de yiyelim, olur mu? dedim.
-Yoh olum yoh! Zatı üç tavum var. Ben yazın onların yumurtası ile çerçiciden bel nasdii, sabun, gaz, duz herşey alirim, dedi.
O zamanki yoklukta annemin dedikleri çok doğruydu, tamamen haklıydı.
Ben evde sabahleyin yatıyorum. Annem alel acele yattığım odaya daldı:
-Olum olum! Tavuklarımın hepsi şişmiş ölmüşler! Keşkem hepisini kesip yeseydin! dedi.
Annemin o yoklukta tavuklarının ölmesine bu gün bile fazlasıyle üzülüyorum.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü 2011 - 19 Kasım 2011 - Pazar 16:12


----------------------------------------------

12. ÖYKÜ - 19 Kasım 2011
KÜPTÜCÜ

1970'li yıllardı. Bir evde yaşlılar toplanmış sohbet ediyorlardı. İçlerinde Deli Şükrü amca da vardı. Cip amca bir kenarda sessizce oturuyordu.
İçlerinden bazıları lafı dönüp dolaştırıp Cip amcaya (D.Şükrü) getirmeye, bir boşluğunu yakalayarak onu kızdırmaya çalışıyorlardı.
Birbirine göz ederek yapılan plan gereği iki kişi kendi aralarında şöyle konuşmaya başladı:
-Köyde epeyce küptücü var değil mi?
-Ohoo! Olmaz olur mu? Hem de kaç tane küptücü vardır!
-Kaç tane ki? Yirmi beş küptücü var mıdır?
-Yok canım, o kadar küptücü olmayabilir.
Vardır yoktur derken Cip amcayı da göz ucuyla takip ediyorlardı. Her sözün biri ağızlarından küptü kelimesi çıkıyordu bilinçli olarak.
-Madem öyle köydeki küptücüleri tek tek sayalım mı?
-Nerden başlayarak sayalım?
-Sofugilden başlayalım.
-Haydi başlayalım küptücüleri saymaya.
Şükrü amca kıllandıkça kıllanıyordu bu konuşmalara.
Küptücüleri saya saya Cip emmiye gelip takıldılar.
-Cip emmi on dokuzuncu küptücü.
-Cip emmi on dokuzuncu.
-Cip emmi on dokuzuncu.
Bir türlü on dokuzuncu küptücüden yirminci küptücüye geçmiyorlardı.
Şükrü amca sonunda dayanamadı. Kalktı ayağa, kapının yanına geçti. Açtı ağzını yumdu gözünü, başladı onları sulamaya:
-Cip amca .mınıza goysun. Anasını avradını .iktiğimin piçleri.
O sayıp söverken diğerleri amaçlarına ulaşmanın keyfiyle kahkahalarla gülmeye başladılar.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - Kasım 2011 - 12:25


----------------------------------------------

11. ÖYKÜ - 19 Kasım 2011
BİR KENDİNE BAK BİRDE ALDIĞIN KIZA BAK!

Bin dokuz yüz altmış altı yılı Şubat ayında düğünüm oldu. Bir haftada rapor aldım. Köyde evliliğin balayını yaşıyoruz. Dışarda bir metre kar var. Havalar çok çok soğuk.
Bir gün AĞABEY-POTUR- dayı bize geldi. Fadik hanımla odada oturuyorduk. Doğrusu ben çok şaşırdım. Hayatta bize geldiğini hiç mi hiç görmedim.
-Hoş geldin! Dedik. Elini öptük. Hal hatır sorduk.
Kendisine çok merakla şaşırarak baktığımızı anlamış olmalı ki dİrekt söze girdi.
- Bak olum dedi.Bizim olan Hüsnü Sultangilin Nayfer'i istiyor.
-Eg eee! Dedim.
-Esi kızın gönü oğlana yok, dedi. Ama kız benim hoşuma gidiyor. Gelinim olsun diye çok arzu edirim.
-İnnşallah olur ABEY emmi. Hayırlısı olsun.dedik.
-Ama oğlum bak sana bişey dicem. SEN BU GIZI NASSI ALDIN? Balogilden gız çıkarmah şimdiğe kadar heç görülmş mü? EL SANA BU GIZI VERİR Mİ? Bi genden bah bi de gıza bah!? BU GIZ HEÇ SEEN VARIR MI?
- Abey emmi sen ne dediğini biliyormusun?
-Biliyrim, biliyrim: BAH OLUM Bİ GENDEEN BAH Bİ DE ŞU GIZA!? SEN BU GIZI YA YAZDIRDIN YAHUTTA BİRİSİNE NUSHA YAPTIRDIN!
-Yok Abey emmi öyle bir şey yok! Ben bir öğretrmen olarak böyle işlere hem inanmıyorum hemde öyle bir şey olmadı.
-YOH YOH OLUM. YA BENİ NUSHA YAPTIDIĞIN YERE GÖTÜRECESİN YADA NEREDE YAPTIRDINI SÖYLECESİN! BAH GIZA GÜL GİBİ YA SEN?
Açık açık bana esmer olduğum için hakaret ediyordu. Beni hiçe sayıyordu. Yaşlılara o zamanlar aşırı saygılı olduğumum için sesim hem yumuşak çıkıyor hemde kızgınlığımı belli etmiyordum.
- Yok Abey emmi öyle bir şey olmadıki sana ne söyleyeyim!
- Bana yerini söylemezsen şurdan şura gitmem. Dedi. BAH HEM ETEM'İN ÇAHIR'I GIZI GIRANDAN AŞIRDINIZ ZAMAN BARMANI ISIRMIŞDA YARIYA GEÇİRMİŞ. BU GIZI MEHLEDEN NASI DIŞARI CIHARDILAR!?diye.
Ben ne dedimse inandıramadık. Biraz sonra gitti. Birkaç güna peşpeşe geldi. Aynı konuyu aynı olumsuzluklarla konuştuk. Yakamı kurtaramıyordum. Sabah PERŞEMBE idi. O gün Afyon EMİRDAĞ'a gidecektim. Abey emmiye şöyle dedim:
Yarın öğleden sonra gel seni kızı yazdsırdığım, nuska yaz yazdırdığım yere götüreceğim, dedim,
Sevinerek gitti. Bende sabah öğretmenlik yaptığım yere gittim. Yazın köye geldim. Abey emmi bana hiç bir şey demedi. Niçin demediğini 2011 yazında öğrendi. Kızı, Ali öğretmenin Hüsnü öğretmene rest çekmesiyle istemekten vaz geçmişler.

Alim Aydoğan Kırıntı Köyü 2011 Çarşamba Saat 12.50

----------------------------------------------

10. ÖYKÜ - 16 Kasım 2011
KIŞIN KÖYDE DÜĞÜN BİR BAŞKADIR

1967 yılı Şubat ayı. AFYON EMİRDAĞ'dan karne tatilinde köye geldim. Köyde tam bir metreye yakın kar var. Ağbimlerin hepsi düğünümüze geldiler. Diğer yakın akraba, eş, dost da köye geldiler. Hepsine geldikleri için teşekkür ediyorum, sağolsunlar.
Düğün hazırlıkları yapıldı. Kız tarafına verilmesi gereken et, yiyecek ve tahu malzemeleri bol bol hazırlanıp TAHU GÖTÜRME töreniyle ANŞAGİLE davul, zurna eşliğinde çala oynaya götürüldü.
Çalgıcımız ANŞAGİLİN İzzet ağbi. Düğünümüzü ücret almadan yaptı. Sağ olsun. Eline ve nefesine sağlık. Fadik hanımı çok çok sevdiği için bize kıyak geçti. Kızı gibi hâlâ seviyor.
Düğün başladı. Köy halkının düğünümüze ilgisi ve yaklaşımı üst düzeyde. Çalgı çalıyor, gençler, yaşlılar ve kadın-erkek karışık herkes büyük çoşkuyla veredip horun tepiyorlar. Ama bu oyun ve diğer eğlenceler dışarı kar-kış olduğu için evlerde yapılıyordu.
Ben birçok adet geleneklerimizi bilmeme rağmen birçoğunu ise kendi düğünümüzde öğrendim ve yaşadım. Kız tarafının delikanlılarına her türlü içki şişeleri ve mezeleri bol bol gönderildi. Düğünde oyun oynayanlara da ayak üstü bol bol içki ikramı yapıldı. Yemek içmekte bol kepçe yapıldı düğün süresince.
Kına Gecesi sanırım Eseflerde oldu. Evin içinde çalıp oynadılar. Millet eğlenirken ben de gizlice oyun oynanan eve gittim. Beni görüp yakalasalar mahallenin gençleri götürüp kurunda suya basardılar. Neyse ki kimse görmedi. Halk oynarken Fadik'i yandaki odaya kapattım. Az sonra kına yakmak için kız evine gitti ahali. Ben kızı bırakmıyorum. Yalvarıyor yine bırakmıyorum. Az sonra bıraktım gitti.
Kına gecesi gelin olacak kız, başbuğ olan kız ve diğer kızlar benimsedikleri bir evde toplanırdı o devirdeki adetlere göre. Gelin olacak kızı ve diğer kızları kız evine getirip kına yakılması için davul zurna ile gelip almaları geleneği uygulandı. Davul zurna çala çala büyük bir kalabalıkla kızı almaya gittiler. Kızın bulunduğu evin kapısında zurnacı bahşişini alana kadar çaldı. Bahşişi alınca zurnanın sesi hemen fıs diye kesildi. Kızlar gelin olacak kızı ortalarına aldılar. Hepsinin üstünü örtecek biçimde başlarının üstüne büyük bir çarşaf açılmış hâlde dışarı çıktılar. Ama hemen kolayca ve çabucak çıkmadılar. O zaman adettendi kızlar kızın bulunduğu evden baba evine kına yakmaya getirilirken damat tarafının erkekleri silahları ile etrafı mermi manyağına çevirirlerdi. Tabancalar atıldıkca kızlar iki adım ileri bir adım geri usul yavaş nazlana nazlana zar zor yürüyorlardı. Kızların bir adımına en az on mermi atılıyordu. Damat tarafı ne kadar mermi yakarsa kızların attığı her adım için düğün o kadar şerefli oluyordu. Kıza ise daha çok önem ve değer verildiğini atılan mermi ile değerlendiriyordu köy halkı. Sağ olsun erkek tarafını erkek ve silah patlatan gençlerine. Gelmiş geçmiş düğünlerin içinde beklide en çok mermi atılan düğün bizimkidir. Silahların cayırtısı yeri göğü yıkıyordu. Kızları bence yarım saatte ancak baba evine getirebildiler.
Kına yakılmış. Dini nikahımız kıyılmış. Şerbetler içilmiş. Halk biraz daha horun tepip dağılmış.
Gelin evinden gelin çıkarılırken iki atlı evden sini tepsisini almak için yarışır. Atın üstünden inmeden birisi eve girmiş ve siniyi almış çıkmış dışarı. Düğünlerde kız evinden siniyi alıp çıkmak ise büyük bir şeref idi o delikanlı için. Bir de kız bir bohça hazırlardı damat için. Bohçanın içine ise atlet, kilot, çorap, mendil, havlu, pijama ve çeşitli kokular konur damadın giymesi ve güzel kokması için. Bu hazırlanan bohçayı ise gençler aralarında guruplar kurup bir gurup diğer guruba bohçayı kaptırmadan damada ulaştırıp yüklü bir bahşiş almadan vermezlerdi . Kızın hazırladığı bohçayıda bana getirdiler ve bahşişini alıp gittiler.
Beni Mollaligile götürdüler. Her mahalleden bir göy uşağı vardı. Başbuğum ise rahmetli Şükrü ağbi idi.-Hancıgilin- Sağdıcım ise bu yazıları sizlere okuma imkanı sağlayan ALİ AYDOĞAN'dı.
Bana geleneksel damat kıyafeti giydirdiler. Sağdıcımıda bir güzel usule uygun süslediler. Bu arada bana banyo yaptırdılar. Sadece beyaz bir ince naylon gömlek giydirdiler. Siyah damat elbisesini zar zor acele ile bana giydirdiler. GELİN geliyor dediler. Beni çabucak bizim toprak evin bacasına çıkardılar. Akşam üzeri. Her taraf kar. Hava insanı jilet gibi kesiyor. Gelinin gelmesi geciktikce gecikti. Zımbır zımbır titremeye başladım. Beni seyredenler heyacandan titrediğimi sanıyorlardı. Oysa ben yeni banyo yaptığım ve de ince giydirildiğim için o soğuk havada onun için titriyordum.
Gelini GUCUGOYN dereye kadar atla getirebildiler. At karda yukarı çıkamadı. Gelini yukarı bizim eve yürüyerek getirdiler. Tekrar ata bindirdiler, gelini bizim önümüzde durdular. Elime bir elma verdiler. Gelinin eteğini açtılar. Elmayı dua ile kucağına attım. Sağa sola tabaklardan kuru meyveler savurdular. Halk havada kapış kapış etti. Uğur sayılırmış meyve kapmak. Geline kaynana yakınları tarafından damızlık ve hediyeler sözü verildi. ALKIŞLARLA gelini eve aldılar. Gelin getirdiği kab kacak ve ceyizleri ile evi süslemiş.
Biz konak evine gittik. Evde tam on dokuz kişi idik. Şükrü ağbi bana yapmam gerekenleri söyleye söyleye gelinin bulunduğu kapıya getirdi. Sırtıma bir zumbuk vurdu. Hemen bir zumbuk daha yemeden içeri daldım.
Biraz sonra gelip beni alıp toplantı evine götürdüler. Ben içeri girer girmez bir alkış tufanı koptu. Beni kutlayıp öptüler. Hayırlı uğurlu olmasını dilediler. İstisnasız hepsi bana peşpeşe içki ikram ettiler. Karışık içkinin yüzünden kısa sürede sarhoş oldum.
Herkese çok teşekkür ediyorum. Fadik hanımımla bugüne kadar mutlu geldik inşalah böyle gidecek.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 15 Kasım 2011 - 13:10

----------------------------------------------

9. ÖYKÜ - 14 Kasım 2011
BALO GİLDEN KIZ ALMAK

1966 yılında ben Fadik kızın yanına üç defa gidip söz alır gibi olduktan sora durumu anneme anlattım. Annem çok mutlu oldu ve sevindi. Ben sabahleyin Civrişon'un altından arabaya binip Alaattin'le birlikte Sivas'a üçbuçuk aylığına askere gittim.
Geriden annem hemen harekete geçmiş. Annem Anşa'nın Ali'sinin yanına ağız yoklamaya inmiş. Sultan Hala'ya durumu anlatmış. Sultan halada sen bu dediklerini Anşanın Ali'sine söyle demiş. Annem Ali dayıyı dama çağırmış, ona anlatmış dururumu. Anneme:
-Sen iyi has disin emme bahalım gızın gönü varmı ki!?
Annem :
-Kızınan oğlan Hıdırlez'in tepede buluşup konuşmuşlar demiş.
Ali dayı :
-Emme ben her ne kadar onu baktım büyüttüm isede onun bir babası var, der. Bide Arif ne diycek bahalım? Nede olsa gızın babası O! der.
Annem de :
-Bizim İseyn Angara'da ben haber salarım Arif'inan konuşur. Arif bişe demez bizim oğlanınan arası iyi sende bilisinye Ali emmi der.
Ali dayı akşam olur Sultan hala ile ışığı söndürüp yatarlar.
Fadik de yanlarında yatmaktadır. Fadik'in uyumasını bekler Ali dayı. Uyuduğunu sanarak alçacık bir sesle:
-Anşanın gızı bahale der. Hau Şerigilin oluymuş demehgi Hıdırlezin böründe bizim gızı uyan buyan yiten. Çeküz'ün goruhcuları deelmiş.
Fadik bu lafları duymuş.
-Utancımdan o günü akşama kadar dedeme görünmedim, diyor.
Annem Ankara'ya bir gidenle haber salar oğlu Hüseyin'e. Ankara'dan köye Arif'ten olumlu haber gelir. Annem hısım akraba ve eş dosttan sözü geçen hatırı sayılan büyüklerden bir kaç kez düğünçü yollar Anşagile. Durum olumluya doğru gitmektedir. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki o güne kadar BALOĞLU mahallesinden dışarıya düğün ve nişan yaparak kız çıkaramamış hiç kimse. Baloğlu mahallesinden kıza talipli çıkarmaya başlamışlar hemen. Anşagile baskı yapmaya başlamışlar. Fadik bu arada mahalle baskılarına çeşitli yöntemler uygulayarak karşı koymuş ve ortamı güzel idare etmiş.

Aradan birkaç gün daha geçer. Fadik birine çaşır biçmeye gider. Gündüz söz kesilir. Alelacele hazırlıklar yapılır, söğüş eti için keçi kesilir. Davul, zurna ayarlanır. Akşama nişan olacaktır ama Fadik kızın haberi yoktur bu durumdan. Fadik eve gelir. Bu arada yukarı mahalleden aşağı doğru davul, zurna çala çala gelmektedir. Fadik durumdan habersizdir. Sultan halaya (babaannesi) birisini görmesi gerektiğini söyler. O da çabuk gör de gel bekleme der. O devirde nişan yapılacak kızın öyle açıktan köyün içinde güpegündüz gezmesi çok çok ayıptır. Nahırın biriktiği kırana doğru Fadik giderken yakınlarından birisine rastlar.
-Kız nere gidisin! Bak davul-zurna çalii duymisin mi! der. Kızın o anda burnundan birden bire vaal vaal kan boşanır. Koşarak eve gider tepilir.

O akşam nişanımız yapılır. Dini nikahımız kıyılır. Ama ben askerde olduğum için nişan tarihimi gün olarak tam bilmiyorum. Haziran ayının onu ile onbeşi arası bir Çarşamba gecesi. Nişanımın olduğu gece ben askerde habersiz arazide dokuz-onbir nöbeti tuttuğumu sonradan öğrendim.

Alim AYDOĞAN Kırıntı köyü - 14 kasım 2011 - Pazartesi - 12:25

-----------------------------------------------

8. ÖYKÜ - 14 Kasım 2011
GÖLE TAŞ ATMA

İlk torunum Irmak 2003 yılında yazın köye geldi. Köyde gezip tozuyoruz birlikte. Çiçek toplayıp annemize koşa koşa getirip zevk ve heyecanla sunuyorduk. Anne ve torunum çok mutlu oluyordu. Kurbağaların suda yüzmesi ve suya atlamaları vaak vaak ses çıkarmaları aşırı derecede hoşuna gidiyordu. Kurbağaları gölmeçlerde yüzerken seyretmeye bayılıyor, çok mutlu oluyordu.

Irmak kızıma ben doğduğu günden beri Dadduh derim. Bu seslenme şeklime Dadduh çok mu çok sevinir, mutlu olur. Kendine has sevgi ifadesi olduğunu hisseder. Belki de dedesi Alim'i bu yüzden çok sever, bu sevgisini her ortamda her vesileyle içten belli eder, istekle uygular.

Bir gün ailece dünürlerle birlikte Yanuk'un pınarına pikniğe gitmiştik. Dadduh kızım hemen elimden tuttu. Hadi dedeciğim derede kurbağa bulalım, dedi. Hemen dereye indik. Aklıma hemen az aşağıdaki Gavrazlıların gölü geldi. Dadduh'un elinden tutup gölün yanına indik. Şansımızdan göl suyla doluydu.
En güzeli ise gölde birkaç kurbağa vardı.

Ben etraftan küçük taşlar toplayıp Dadduh kızıma veriyordum. O da göle tek tek atıyordu. Attığı taşın suda çıkardığı sesler onu sonsuz mutlu ediyordu. Kurbağaların sesleri ve göle atlamaları onu çok çok mutlu ediyordu. Bir zaman sonra piknik yapılan yere gittik. Bizi yedirip içirdiler. Az sonra babasını alıp göle gittiler. Bir zaman sonra geri geldiler. Dadduh, çok durmadı beni yakaladı yine. Tekrar göle indik. Yine aynı olayları yaşadık. Bir süre sonra yine piknik yerine geldik. Bu sefer Celal dedesi ile göle gidip oynadılar, geri geldiler. Gölün başından geri gelmek istemiyordu. Tekrar Dadduh ile göle gittik. Göle taş attı. Attı da attı. Ben yazlık şapkama taş toplayıp ona veriyordum, o da habire taşları göle atıyordu. Ben taş toplamaktan yoruldum, o yorulmadı. Şapkama zar zor biraz daha taş topladım. Yani nerde ise göle atacak taş kalmamıştı.

-Bak dadduh kızım bu şapkadaki taşlar son taşlar, dedim.
-Tamam dedeciğim! dedi.
Elime aldığım bir taşı göstererek:
-Bak kızım! Bu taşı da ben göle atabilir miyim? dedim.
O da:
-Atamazsın dedeciğim! dedi.

Göle taş atmaya devam ediyordu.
Bu arada torunum iki buçuk yaşından küçük idi o zaman.
Az sonra geri döndü ve bana bakarak şöyle seslendi:
- Dedeciğim ben sana çok kötü davrandım! Özür dilerim. Atabilirsin!
Çok şaşırdım. Bu yaştaki bir çocuk, bu cevabı nasıl bilebilirdi? Onu kucakladığım gibi öpe öpe oradan ayrıldık.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 10 Kasım 2011 - 20:22

----------------------------------------------

7.Öykü - 13 Kasım 2011
BİR DANA YÜZÜNDEN

Yıl 1950. Sonbahar mevsimi. Altı yaşındayım. Bugün Hanife'nin oturduğu evde o zaman Şavgu amcagil oturuyordu. Ölüye-diriye o zamanlar okutulan Kuran'a Mevlüt diyorlardı. Şavgu amcalarda mevlüt yemeği yapmıştı. Akşam üzeri köyün büyükleri yemek yemeye başlamışlardı. Kenarda biz çocuklara da yere bir sofra kurdular. Çocuklarla hep beraber güle söyleye, üstümüze başımıza dökerek, ite kakışa, birbirimizin önündekini kaparak şapur şupur yemeği yiyorduk. Çok neşeli ve mutlu bir ortamdı benim için.

Bizim evden haber salmışlar bana, Alim hemen gelsin, diye. Evdekiler beni bırakmadılar. Yemeğini yesin de öyle gitsin! dediler. Bunun üzerine yemeğe devam ettim.

Çok geçmeden Halil Ağbim yemek yediğimiz eve geldi. Beni kolumdan tuttuğu gibi ite kaka dışarı çıkardı. Kulağımdan çeke çeke beni eve getirdi. Bir yandan da bağırıp duruyordu:
-Çabuk eve bakiym! Biz çağırdık da sen niye gelmedin lan!

Meraktan ölüyordum. Ne olmuştu? Neden beni bu şekilde sürüklercesine götürüyordu. Meğer eve dana gelmemiş. Danayı bulmam için arkadaşlarımdan koparılmışım.
"Çabuk koş! Danayı bul getir!" kesin emri üzerine ağlaya ağlaya dananın peşine gittim. Danayı buldum mu bulmadım mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki beni sofranın başından kaldırmalarını, çocuklardan ayırmalarını hiç mi hiç unutamıyorum.
Çocuklara böyle bir olayı kimse yaşatmasın!

Alim Aydoğan - Kırıntı - 7 Kasım 2011 - 11:20

----------------------------------------------

6.Öykü - 13 Kasım 2011
EŞİM FADİK'LE NASIL TANIŞTIM?

Yıl 1966. Mayıs ayının başları. Sabah evde yatıyorum. Bir gün sonra üç buçuk aylığına Sivas'a askere gideceğim. İsim vermeyeceğim birisi gelip beni uyandırdı.
-Haydi kalk ! Hadi hadi çabuk ol! Bak güneş göbeğine gelmiş!

Hemen kalktım. Üstümü başımı giyindim. Elimi yüzümü yıkadım. Gelen kadını hoşladım. Hal hatır sorduktan sonra:
-Buyur bakalım isteğin dileğin nedir? Sabah sabah böyle acele geldiğine göre ne diyeceksen de bakalım! dedim.
O da:
-Benim işim yok asıl senin işin var! demesin mi?
-Ee! Neymiş benim işim ki ? diye sordum şaşırarak.
Kadının yüzüne heyacanla bakıyordum!

Kadın anlatmaya başladı ıkına sıkına. Lafları eveleyip geveliyordu. Bir türlü konuya giremiyordu. Anladım ki benden çekiniyordu. Çekinmeden anlatmasını söyledim. Zar zor konuyu anlattı sağa sola bakarak.

Özetle şöyle idi anlatmak istediği: Beni ailecek severlerdi. Sağdan soldan istediğim kızları ve ailelerini beğenmiyorlardı. Anşagilin Fadik'ini ise it-köpek istiyormuş. Fadik'in Hıdırillez'in yamaçlarında körpe yaydığını söyledi. Kızın yanına bir kere gitmemi ima etti. Hadi seni göreyim der gibi bir bakış atıp çekip çabucak sıvışıp gitti.

Günlerden perşembeydi.Tarttım, dündüm. Kızı fazla tanımıyordum. Mavili isimli bir kız istiyordum. Bu kızı istememi hem benim ailem hem de kızın ailesi karşı çıkıyor ve istemiyorlardı. Bir de annemi hayatımda hiç kırmadım. Baktım ki annem de bu kıza hevesli. Gidip bir göreyim dedim kendi kendime.

Yemeğimi yedim. Annemi öptüm. Annem beni öyle bir sarılıp öptü ki sanki git o kızı kaçırma der gibiydi. Hıdırlez’in yamacına kızın yanına gittim. Yanında kuzeni Güldane vardı. Fadik elinde ekmek yiyordu. Beni görünce al al oldu. Utandı. Bir şeyler konuştum ama bana pek yüz vermedi. Köye geri döndüm.

Biraz sonra bu olay zoruma gitmeye başladı. Tekrar aynı gün yine Hıdırlez'in tepeye peşine gittim. Biraz daha diller döküp kendimi anlatmaya çalıştım. Biraz o yanı bu yanı örseledim söz söz almak için. Çünkü sabahleyin askere gitmem gerekiyordu. Sonuç alamadan yine köye geri geldim. Her şeye rağmen biraz ümit ışığı vardı.

Üçüncü kez Fadik hanımın yanına gittim. Biraz sonra şıkıştıra sıkıştıra bana şöyle söyledi:
- Sen sözünde dur. Okumuşlar sözünde pek durmuyorlar, dedi.
Kıza bir vesikalık resim verdim. Alıp koynuna koydu. O zaman anladım ki az çok gönlü olmaya başlamıştı. Teşekkür edip ayrıldım. Akşam olmak üzere idi. Fadik körpeyi köye götürmeden koyun sürüsü köye gitmiş. Koyunlarla kuzular birbirine karışmış.

Nişanım ise ben askerde gece nöbet tutarken köyde olmuş. Hayırlısı böyleymiş.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 11 Kasım 2011 - Cuma 16:00 Alim Aydoğan


-----------------------------------------------

5.Öykü - 08 Kasım 2011
CEVİZ SAYMA

Deli Şükrü (cip) veya diğer namıyla Dıvdıların Deli Şükrü'sü ile ilgili anılar yazacağım zaman zaman. Kullanacağım takma isimler veya halk ağzıyla lakapları ben takmadım, ben uydurmadım. Kimse alınmasın. Burada amacım kimseyle gırgır geçmek, alay etmek değil kesinlikle. Burada maksat olayları anlatabildiğim kadar orijinalliğini bozmadan aslına uygun olarak anlatabilmek olacaktır.

Cip amcayı tanıyanlar onun kafa yapısını bilirler. Tanımayanlara da tanıtmak gerekirse: Diğer insanlardan biraz daha safca ve sinirlice. Kızdırılınca ağzına gelen her türlü küfürü hiç kimseye aldırış etmeden peşpeşe savuran bir kişiliğe sahip bir yaradılışı var. Başka özellikleri de var amma onları da ilerde anlatacağım hatıralarda ara sıra vurgulayacağım.

Bundan altmış-yetmiş yıl önceleri Del Şükrü amca her zaman olduğu gibi güzün Mindaval'a (Şimdiki ismi ÇAMOLUK ilçesi) gider. Oralarda birkaç gün küptüledikten sonra eşeğini yükler köye döner. Bir torba da ceviz getirmiştir. Ağbim HALİL İbrahim CİPİN DAMADIDIR. Postuların MUSTAFA'sı ve Halil ağbim Cip'in bir torba ceviz getirdiğini duyarlar. Yanına gider otururlar. Dudu hala onlara biraz ceviz ve dut kurusu getirir önlerine koyar. Bizimkiler geleni yer bitirirler. Yine aynısından isterler. Biraz elleri sıkı olduğu için istenenleri vermezler.

Bizimkiler hinlik düşünmeye başlarlar. Şükrü amcaya derler ki:
-Şükrü emmi gel bize cevizi parası ile sat.
-Olur satayım, der Şükrü amca.
-100 ceviz alsak bizden kaç lira alacaksın? diye sorarlar.
-Yüz cevize bir lira verin der.

Şükrü emmiye bir lirayı verirler. Cip amca ceviz dolu torbayı getirip önlerine koyar ve onlara derki:
-Ben sayı saymasını bilmiyorum, siz benim yanımda sayın alın.

Bizim uyanıklar cevizi saymaya başlarlar. Saydıklarını ceplerine, koynuna, koltuğuna doldururlar. Torbadan cevizleri sayıp alırlarken Şükrü emmi de onları dikkatlice seyreder. İki kafadar cevizleri sayarken şöyle bir yöntem uygularlar:

Birden başlarlar saymaya. Saya saya çıkarlar yukarlara. Yetmiş beş, yetmiş altı, yetmiş yedi, yetmiş sekiz, yetmiş dokuz der ve on, onbir, oniki diyerek yine aşağıdan başlarlar cevizleri sayıp koyunlarına doldurmaya. Saya saya yine yukarlara çıkarlar Seksen sekiz, seksen dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki diye devam edip aldıkları cevizleri ceplerine, koyunlarına, her taraflarına istif ederler. Bu sayma şekli habire devam eder. Torbadaki ceviz yarıdan çok çok aşağıya iner. Cip amcanın canı sıkılmaya başlar. Uyanıklar ha bire sayıp cevizleri almaya devam ederler.

DELİ ŞÜKRÜ artık dayanamaz, patlar:
-Ananızı avradınızı .ikerim gavatoğlu gavatlar! diye bağırır. Ben caydım bu pazarlıktan. Hassi.tir olun gidin picoğlu picler, deyip torbayı önlerinden kapar.
Bizimkiler gülerek istifledikleri cevizleri alıp giderler.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 21 Mayıs 2011 - Cumartesi Saat 10: 45

----------------------------------------------

4.Öykü - 08 Kasım 2011
"TEF DE BU TEYF!"

1940'lı yıllar. Temmuz veya Ağustos ayları. Köyümüzde bir erkek çocuğu malları alıp yaymaya götürür araziye. Belki Gülizar'ın Paarı'nın oralara, ya da Kurudere taraflarına...

Hava çok çok güzeldir, üstelik aşırı sıcaktır. Birden öğle zamanı hava aniden bozar, kara bulutlar gökyüzünü kısa sürede kaplar. Isı düşer. Rüzgar ,fırtına kopar. Aniden şiddetli bir dolu yağmaya başlar. Çocuk sırılsıklam su olur. Üşümeye başlar. Dişleri ve çeneleri çatır çatır birbirine vurmaya başlar. Zangır zangır titrer. Malları alır evin yolunu tutar.

Annesi oğlunu görünce hemen eve alır. Ocaklığı yakar. (O zamanlar evlerde soba yoktur.) Oğlunun elbiselerini üzerinden çıkarır. Anne çıkardığı çamaşırların suyunu sıkar oğluna yeniden giydirir. (Yokluktan yedek elbisesi olmadığı için aynı yaş elbiselerini çocuğuna giydirir anne.)

Çocuk, ocaklıkta yanan ateşin karşısında döne döne hem ısınmakta hem de elbiselerini kurutmaktadır. Biraz sonra oğlan azar azar ısınmaya başlar. Çeneleri ve dişleri artık birbirine vurmaz.

Bu geçen zamanda anne, oğluna pancarpatak ne varsa yemek hazırlar. Sofrayı kurar. Oğlunu sofraya çağırır. Çocuk sofraya bir türlü gelmez. Annesi her çağırdığında şöyle karşılık verir annesine:
-ANNE TEF DE BU TEYF! Anne tef de bu teyf! (Keyif de bu keyif)

Anne ne kadar ısrar etsede oğlan gelip yemeğini yemez. Ateşin karşısında döne döne ısınmaya devam eder. İliği kemiği yeni yeni ısınmaya başlamıştır çünkü.
Anne:
-Yemesen yeme çoşga! diye bağırır.
Oğlan hiç durmadan: "Anne tefde bu teyf!" demeyi sürdürür.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 14 Mayıs 2011 - Cumartesi - Saat 12:15

----------------------------------------------

3. Yazı - 05 Kasım 2011
"KONUŞMA SANA 100 LİRA"

Yine eski tarihlerde bizim köyden bir grup insan, güzün küptülemeye giderler. Gümüşhacıköy'ün civarında toplarlarken bir köyün yakınında bir araya gelirler tesadüfen. Buluşan kişiler şunlardır: Abbas emmi, Deli Şükrü, Abbas'ın oğlu Hasan, Şehrigilin CEMAL AĞA ve bir iki kişi daha.

Biraz sohbet ederler. Hasbıhal olurlar. Şakalaşırlar. Bir köyden başka bir köye doğru konuşa konuşa yol almaya başlarlar. Bizim Deli Şükrü amcanın huyunu bilirler. Onu kızdırıp küfür ettirmek isterler. Şükrü amca kızıp küfür söyledikçe onlar kebap yemiş gibi zevk alırlar. Cip emice çok sabırsızdır. Konuşmadan duramaz. Uzun süre konuşmadan hiç duramaz ve sabrı tükenir patlar. Başlar konuşup küfürler savurmaya.

Deli Şükrüye derler ki:
-Gel seninle pazarlık eldim. Yarım saat konuşmadan durursan sana tam yüz gayma vereceğiz. Ama yarım saat ağzından hiçbir söz çıkmayacak.

Yüz lira çok büyük para o devirde. Bir öğretmenin aylığı 150 lira civarında. Şükrü emmi yüz lira karşılığında yarım saat sus durmayı kabul eder. Ama bir şartı vardır: Bu yarım saat süre içerisinde kimse ona laf atmayacak, kızdırmayacak. Şartlarda anlaşırlar süreyi başlatırlar. Bu arada CEMAL AGA cip ammiye fazladan yüz lira da kendisinin vereceğini söyler.

Süre işlemektedir. Yol boyu giderler. Dakikalar ilerlemektedir. Süre on dokuz, yirmi dakikaya ulaşır. Şükrü emicede ses yok. Abbas dayı Deli Şükrü'nün musayip kardeşidir. Dolaysıyla Abbas Hasan, cip emminin oğlu sayılmakta. Abbas Hasan bakar ki Şükrü emice konuşmayacak, para da gidecek. Şükrü emice karısı Dudu halayı Hamza dayıdan çok çok kıskanmaktadır. Dudu hâlâ da köydedir, Hamza emmide köydedir. Abbas Hasan başlar yandan yandan konuşmaya. Ortaya doğru konuşur.

-Bak şu işe. Dudu hala köyde. Hamza emi de köyde ! Hamza emi Dudu halaya acaba bişe eder mi? Dudu halayı aralıkta sıkıştırırsa ne olur acaba. Dudu hala kendini kurtarabilir mi?

Abbas Hasan böyle konuşup dururken Deli Şükrü artık daha fazla dayanamaz başlar boğazı yırtılırcasına bağırmaya:
-Ulan gavat! Hamza emmiyin de avradını .ikeyim senin de. Avradını .iktiğimin gavatı! Paranızın da sizin de .mınıza goyum!

Böylece konuşmuş olur, anlaşma bozulur. Parayı vermekten kurtulurlar. Ama CEMAL AGA söz verdiği 100 lirayı Cip amcaya verir.


Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 21 Mayıs 2011 Cumartesi Saat 11:55

----------------------------------------------

2. Öykü - 04 Kasım 2011
İKİ TEKER PEYNİR

Kamil Şıh'ın Kırıntı Köyü muhtarlığı dönemiydi. Yayla zamanıydı, göç yayladaydı. Rahmetli annemle ben de yaylacıydık. Bir gün muhtarın oğlu (Dede) Mustafa ile yaylada geziniyorduk. Bir ara babası onu yanına çağırdı. Mustafa, gitti ama çok geçmeden yanıma döndü. Elindeki kağıdı bana göstererek:

- Babam seni de yanıma alıp Sulak Yaylası'na gitmemi söyledi, haydi gidelim, dedi.

İtiraz etmedim. Yanımıza azık, elimize birer girebi alıp yola koyulduk. Eski yataktan geçip Karadoruğun arkasına doğru yürürken Mustafa, muhtarın verdiği kağıdı okumam için bana verdi. Kağıtta şöyle yazıyordu: "Kadem Efendi, bu gelen çocuklarınan bana iyisinden bir kuzu gönder. Selam eder gözlerinden öperim." Mühür, muhtarın adı soyadı, bir de imzası vardı. Yazı, dolmakalemle yazılmıştı.

Dede Mustafa, "Gel bu pusulaya biz de bir şey yazlım." diye önerdi. "İyi ama ne yazalım?" diye sordum. "İki teker de peynir gönder diye yazalım." demesin mi? Şaşırdım ama kabul ettim. Pusulaya yanımızda bulunan kurşunkalemle iki tekerde peynir göndermesini yazdık.

Sulak yaylası o zaman bizim köyün yaylası idi. Lazlar, kiralayıp yaz boyunca otlak olarak malını, davarını yayıyorlardı. Bugün AĞDAŞ (aktaş) yaylası dediğimiz yerde kiralık olarak oturan Çepnilere bu pusulayı verecektik. Gide gide sonunda obaya vardık. Dışarıda genç bir amca oturuyordu. Pusulayı ona verdik. Pusulaya baktı, bize baktı, pusulaya tekrar baktı, döndü yine bize baktı. Bu hareketi birkaç kez daha tekrarladıktan sonra döndü bize şöyle dedi:
-Ula, habu yazu bua benzemey!
Heyecanlansak da sakin olmaya çalışarak şöyle dedik:
-Kurşunkalemle yazılan yazıyı muhtar biz yola doğru gelirken yazdı. Yanında dolma kalemi yokmuş.
Adam obanın içerisine doğru şöyle seslendi :
-La Kadem ya cel puraya pakaym, pu kağıtta aceyp bişey yazay!

Bir yayladan dışarı yaşlı, esmer bir amca çıktı.Kağıdı eline aldı, baktı, baktı. O da aynı sorulardan sordu. Ona da aynı şekilde cevaplar verdik. Kadem amca dudağını bükerek "Hadi hayurlusu!" dedi. Bizi kuzuların olduğu yeri gösterdiler. İki teker peynir yerine bize bir teker peynir verdiler. Büyük bir lazut (mısır yani darı) ekmeği de verdiler. Çobanın yanına gittik. Çoban kuzu yerine bize oğlak verdi. Oğlağı çekerek, sürüyerek zar zor bizim yaylaya getirdik. Yolda bir kerede elimizde kaçtı, zor yakaladık.

Muhtar bu oğlağı Çepnilerden rüşvet olarak alıyordu. Biz de ondan ne gidiyor, iki teker peynir alalım dedik, bir teker peynir verdiler. Biz alavere dalavere bir teker peyniri alıp pay ettik.

Muhtarla köyün ileri gelenleri akşam oğlağı kesip yemişler. Oğlağın bir kalçasını da bize verdiler, biz yedik.

Birkaç gün sonra Çepniler muhtarı görmüşler. Kağıtta yazılanları muhtara anlatmışlar. Muhtar biraz kızarıp bozarmış, yüzü kızarmış. Yaylada ikimizi yakaladı. Kağıda neden peynir ilave ettiğimizi kızarak bize sordu.
Hiç de alttan almadık:
-Senden giden bir şey mi var, sen alırsan da biz alamaz mıyız? dedik.
Muhtar, ne desin? Hiç ses çıkaramadı. Çekip gitti.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 15 Mayıs 2011 - Çarşamba Saat: 18: 19

-----------------------------------------------

1.Öykü - 03 Kasım 2011
ALAMAN TOSUNUN KESİLMESİ

İlkokulu bitireceğim yılın Ekim ayının sonları.(1957) Evde ara-sıra şöyle laflar ediliyordu:

-Bu yıl alafımız çok az. Malların hepisini bakamayız. Hayvanlardan birini muhakkak satmamız lazım. Hangisini satalım? Öküzleri satamayız. Bir ineğimiz var onu hiç satamsyız. Satsak satsak tosunu satarız.

Günlerce bu konuyu böyle işlediler. Ben tosunu kesecekler diye hergün ağlıyorum. Bana kızıyorlar. Sus! Seni döveriz ha! Senin lafına mı bakacağız ulan eşek! Sus bakalım! Çok zırlama ha! Valla karışmam, beni biliyor musun?

Birgün kararlarını verdiler. Tosunum akşama kesilecek. Aşırı derecede üzüntülüyüm. Ağlıyorum. Kimseciklere derdimi anlatamıyorum. Beni hiç takmıyorlar. Onlar da haklılar. Çünkü alaf yeterli miktarda yok. Güz gelince hemen hemen her evde kış için kavurmalık hayvan mutlaka kesiliyordu o devirde köyde. Bizimkilerde tosunumu etlik edeceklerdi.

Neden bu kadar tepkiliydim? Niçin aşırı derecede üzüntülüyüm? Beni on kere dövseler de tosunumu kesmeseler diyordum. Allah'a yalvarıyordum. Ama her şey nafile! Tosunumun adını ALAMAN koymuştum. Annesinden yeni doğduğunda alnı sakar doğmuştu. Rengi altın sarısıydı. İlk günden itibaren onu aşırı derecede sevmeye başlamıştım. Alnını kaşırdım. Sırtını tarakla tarardım. Tongullarını okşardım. Devamlı onunla konuşurdum. Yat derdim yatardı. Kalk derdim kalkardı. En güzel yerlerde otlatırdım onu. Her yanıma geldiğinde onu muhakkak bir şeyle ödüllendirirdim. Günlerce aç kalsa bıraktığım yerden kalkıp ekin tarlalarına girmezdi. En taze otlu yerde yayılırken onu çağırdığımda yayılmayı bırakıp hemen yanıma gelirdi. Bir insan çocuğunu nasıl severse ben de onu aynı o vaziyette seviyordum. ALAMAN! diye seslenince sesimi hemen algılardı. Çantamdaki ekmeğimi, azığımı hep ona yedirirdim. O benim canımdı, en iyi arkadaşımdı. Onun için her şeyimi feda ederdim. Aramızda sıkı bir dostluk gelişmişti.

Akşam oldu. Tosunumu yatırıp boğazladılar. Parçalayıp karakazana doldurdular. Bol ateşte pişrdiler. KAVURDULAR. Arasıra birbirlerine tosunun etinden ikram ettiler. Benim iki gözüm iki çeşme. Gözlerim kan ağlıyor. Hırsımdan deli divaneyim. Zaman ilerledi. Yatsı zamanını geçti. Dediler ki:

-Gidin helki ile yukarı paardan su getirin etin yanı sıra taze taze içeriz.

Halil ağbim beni zorla yanına aldı, pınara gittik. Bir helki soğuk su getirdik eve. Ben yine ağlıyorum.

Oturdular tosunumun etini bir güzelce iştahla yediler. Üzerine tas tas soğuk sudan içtiler. Bana da yedirmek istediler ama ben yemedim. Hatta niye yemiyorsun diye beni tıkıçladılar. Yedi-içti yattılar. Fazlasını da kavurma yapıp küleklere bastı lar kışın yemek için. O gece ağlaya ağlaya yatakta uyumuş kalmışım.

Yıllarca ağzıma et sürmedim. Bugün bile etin yumuşak tarafını hiç yemem. Kelle-paça, işkembe, kokereç, akciğer yemem. Zaman sonra sadece etin yağsız ve kırmızı tarafıdan çok çok az yemeğe başladım. Bu olay beni yıllar boyu çok etkisi altına aldı ve perişan etti.

Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 23 Mayıs 2011 - Pazartesi Saat 17:37